Basketbol diye bir oyunun varlığını öğrendiğimde 9 yaşındaydım. Yıl 1971, İzmir’de yaşıyoruz ve rahmetli babam, beni elimden tutup Akdeniz Oyunları’ndaki bütün yarışmalara götürüyor. Atletizm, yüzme, futbol, güreş, boks… Hepsi müthiş heyecan verici. Ama hiç unutulmayan, beynime mıh gibi çakılan anlar iki spor dalına ait: Tramplen atlama ve basketbol.
1968 Meksiko City Olimpiyatları’nda kule atlamada altın, tramplende gümüş madalya kazanmış İtalyan Klaus Dibiasi için İzmir’deki Akdeniz Oyunları, bir yıl sonra Münih’te yapılacak olimpiyatların provası gibi… Havuzdan metrelerce yükseklikte kulenin üzerinde bir mum gibi amuda kalkan, sonra saltolarla, taklalarla havada adeta bir tesbih böceğine dönüşen ve suya bir bıçak gibi saplanan mucize adamı hayretle izliyor çocuk gözlerim. Ve Türkiye-Yunanistan basketbol maçı: Komşu’yu yarı finalde farklı yeniyoruz. Bütün hatırladığım, hınca hınç dolu Atatürk Spor Salonu’nda ancak çok yukarılarda bir yer bulabildiğimiz ve o gün kırmızı formayla oynayan bizim takımın, özellikle hızlı hücuma çıkarken sahada çok güzel gözüktüğü… Basketbol aşkım oracıkta başladı büyük olasılıkla. Milli takımın antrenörü Yalçın ağabeymiş (Granit) meğer… Bunu da yıllar sonra, Yalçın Abi ile tanışınca öğreneceğim.
Babamın elinden tutmadan, kendi kendime (ya da arkadaşlarımla) gittiğim ilk basket maçı 1976-77 sezonunda olmalı. Çok net hatırlamıyorum. O sezon İzmir’i ligde temsil eden Karşıyaka’nın kadrosunda yabancı oyuncu yoktu. Fakat bir sonraki yıl, Kafkaf da modaya uydu ve bir Amerikalı getirdi.
Eczacıbaşı, NBA’den önceki profesyonel lig olan ABA’nın parkelerinde bir hayli toz yutmuş olan Frank Card’ı almış, Tofaş kadrosunu, bugüne kadar gördüğüm en şekilsiz şut stiliyle atan, ama acayip sokan solak Yugoslav Kotaraç’la güçlendirmiş, Yenişehir Meysu, bir yıl önce Galatasaray formasıyla büyük iş yapan Benjamin McGilmore’u transfer etmişti. Yeni Asır gazetesi, Karşıyaka’nın da Amerikalı bir oyuncu getirdiğini yazıyor, biz de onu sahada görebilmek için maçları iple çekiyorduk.
Sonunda tanıştık Ernest Coffey’le… 1.94-1.95 boylarında, uzun kollu, çok kalın bacaklı, sıçradığı zaman yere inmesi için herkesin saniyelerce beklediği müthiş bir atletti. Hangi kolejden gelmiş olduğuna dair bir bilgim yok. Zaten o zamanlar bu tip şeyleri bilmezdik. Türkiye Ligi’nde oynayan bazı Amerikalılar, NATO göreviyle Karamürsel, Gaziemir ya da Mürted gibi üslere gelmiş Birleşik Devletler ordusuna mensup askerlerdi, NCAA kariyerleri yoktu. Yerel basın, Coffey’nin, İzmir’e gelmeden önce memleketi olan Cleveland’da morg bekçiliği yaptığını yazmıştı. Doğru mudur bilemem, onların yalancısıyım.
Karşıyaka eşofmanlarının Coffey’nin kalın bacaklarını saramaması ve adamcağızın ısınmalara mecburen şortla çıkması, bir maç öncesi smaç yaparken kırdığı çember yüzünden karşılaşmanın yaklaşık bir saat geç başlaması, bir başka maçta kafasını potaya çarpıp kısa bir baygınlık geçirmesi, o günlerden aklımda kalmış bazı detaylar. O dönem Karşıyaka’nın uzunları Şadi ile Celal’di. Milli Takım kadrosunda da yer alan ve biri 2.00, diğeri 2.03 boyunda olan bu uzunların (!) yanında, 3 numara pozisyonu her daim Nadir Vekiloğlu’na (Arda’nın babası) aitti. Bu durumda Coffey’e 2 numara kalıyordu. Dış şutu pek güvenilir olmayan, genelde açık saha oyununu seven Amerikalı, sayılarının çoğunu çembere giderek, yakın mesafeden buluyordu. Tribünleri ayağa kaldıran akrobatik hareketleri, kendisinden çok daha uzun oyunculara yaptığı inanılmaz bloklar vardı, tamam da, sete sete hücumlarda bazen kaybolup gidiyordu.
Karşıyaka, Ernest Coffey’li iki sezonda Eczacıbaşı, Efes Pilsen, Tofaş gibi geniş bütçeli takımların hemen altında yer almayı, Türkiye’yi Koraç Kupası’nda temsil edecek dereceler yapmayı başardı. Ve federasyonun ligde yabancıları yasakladığı 1979-80 sezonu geldi çattı. Avrupa Kupası’nda yabancılara izin vardı ama hiçbir Amerikalı, sadece birkaç maç için Türkiye’ye gelmeyi kabul etmiyordu. Coffey de morgdaki eski işine dönmüştü galiba… O günlerde İzmir gazeteleri, Karşıyaka’nın bir Amerikalı ile görüştüğünü, Coffey’den daha iyi olan bu oyuncunun gelmesinin an meselesi olduğunu haber verdi. Ama maç günü de çok yaklaşmıştı. Kırmızı-yeşilli ekip, eşleştiği Belçika temsilcisi Fleurus ile ilk maçı içeride oynayacaktı. Ne kadar kaliteli olursa olsun, takımla doğru dürüst antrenmana çıkmadan, bir yabancı oyuncu nasıl faydalı olabilirdi ki?
Kafamızda “Amerikalı var mı, yok mu?” sorularıyla salonun yolunu tuttuk. Takımlar sahaya çıktı, Karşıyaka’da yeni bir yüz yok. Ama koç Atakan Karakaplan ile yönetici Ateş Özerk’te bir tedirginlik var; dönüp dönüp tribüne, kapılara doğru bakıyorlar. Fısıltı gazetesi hemen devreye girdi: “Amerikalı yoldaymış, yetişecekmiş.”
Maç başladı bu arada. İlk yarı kafa kafaya gidiyor. İşte tam o sırada Karşıyaka bench’inin arkasından başlayan bir alkış duyuldu. Döndük baktık, sırtında ceketi, kolunun altında spor ayakkabıları,
O maçta lisans işlerini nasıl hallettiler, o Amerikalıya uygun formayı nasıl buldular hiçbir fikrim yok. Tek bildiğim, ilk yarının ortalarında oyuna giren ve adını bilmediğimiz bu oyuncunun hiç de fena olmadığıydı. Ertesi gün gazetelerden öğrendik ismini: Roland Cowen’mış ve 11 sayı atmış (Bu bilgileri bana hatırlatan “Türk Basketbolunun 100 Yıllık Tarihi” kitabına ve yazarı Mehmet Durupınar’a teşekkür borçluyum).
Ne yazık ki, Cowen’ın sayıları tura yetmedi. O gün “Amerikalı geldi, geliyor” ruh haliyle hiç konsantre olamayan Türk oyuncuların tutukluğu yüzünden, ilk maçı evinde 58-69 kaybeden Kafkaf, ikinci randevuda çok uğraşmasına rağmen, tura yetecek skoru bulamadı. Roland Cowen’ın Türkiye macerası da bu kadarla kaldı. Muhtemelen iyi bir oyuncuydu ve kurallar izin verse, belki de uzun yıllar Türkiye’de oynayacaktı, garibim…
Geçenlerde Eurobasket’ten baktım. O gün Karşıyaka’yı eleyen Fleurus, şimdi Belçika ikinci liginde. Cowen’ın ahı tutmuş olmalı.
Yiğiter Uluğ
0 yorum:
Yorum Gönder