30 Ekim 2009 Cuma

Bir Adanalı Hikayesi


Anlaşıldı. Bu yazıların ilk paragrafları genelde bir hafta öncenin hatalarını düzeltmeye ve bazı açıklamalar yapmaya ayrılacak.

Bizim BAL camiasında “Domat” lakabıyla tanınan sevgili Yusuf mail atmış. “Abi, anlattığın maçta ben de oradaydım” diyor, “Cowen geldiğinde maç başlamamıştı. Bizimkiler maçı geciktirmek için şalterleri indirip, elektrik kesintisi süsü vermişti. Adam salondan içeri girdiği anda, haliyle elektrikler de geldi ve az sonra hava atışı yapıldı.”

Bu bilgiyi, Perşembe günü tesadüfen karşılaştığım Celal Arısan’a da konfirme ettirdim. O günün Karşıyaka pivotu, bugünün FIBA gözlemcisi Celal, hem hafızası güçlü, hem de kişisel arşivi olan bir basketbol adamıdır (Yakın gelecekte onun arşivinden yararlanarak, yeni hikayeler yazacağım sizlere). Celal de Yusuf’la aynı şeyleri söyleyince, yanıldığım ortaya çıktı. Hepinizden özür dilerim. Demek ki, ben mecburi elektrik kesintisiyle maç saatinin geçmesini, maçın başlaması olarak kaydetmişim belleğime. Oluyor böyle şeyler…

Bu arada Karşıyaka’nın o “tarihi” maçından çok ilginç bir detayı da Celal Arısan ekledi: Cowen , hiç bilmediği bir ülkenin daha önce hiç duymadığı havaalanına inmiş, oradan apar topar taksiyle salona getirilmiş. Koşa koşa salona girmiş, kendisine verilen formaydı, şorttu her neyse, onları nefes nefese giymiş ve sahaya çıkmış. Adamcağız ilk beşte yok, tabii. Ama koç da kendisini birkaç dakika sonra oyuna sokmak istemiş. Amerikalıdan ilk soru: Koç, hangisi bizim takım?

Okurlara bir de açıklama borçluyum. 70’li yıllara ait anılara dalınca, benim Karşıyakalı olduğum gibi bir izlenim ortaya çıktı. O yıllarda İzmir’de yaşayan ve basketbolu seven her genç gibi ben de iki haftada bir Atatürk Spor Salonu’nun yolunu tutuyor ve şehrin ligdeki temsilcisinin tüm maçlarını izliyordum. Ama sıkı bir taraftar değildim. Çünkü, Karşıyaka’nın altyapısında oynamak için başvurmuş ama yatılı okulda okuduğum ve antrenmanlara devamsızlık yapabileceğim gerekçesiyle reddedilmiştim. Ben de gidip, o sıralar İzmir’in ikinci takımı olan Çayırlıbahçe’de başladım lisansiye basketbol hayatıma. Karşıyaka tarafından istenmemek, çocuk kalbimde bir burukluk yarattı ve sonraki yıllarda İzmir’deki maçları bir taraftar gibi değil, daha ziyade federasyon gözlemcisi havasında izledim.

Neyse, geçmişin potaları altında hoplayıp zıplarken, İzmir’e ve Karşıyaka’ya yine döneriz. Gelelim bu haftaki öykümüze…

Yıl 1981. Yabancı yasağıyla geçen sezonlardan sonra Federasyon, tuhaf bir uygulama ile kapıyı aralamış. Takımlar tek yabancı (Avrupa Kupaları’nda iki) getirebiliyor ama bir şartla: Yabancı oyuncunuz Türkiye’deki üniversitelerden birinde öğrenci ya da öğretim görevlisi olacak! “Hoppala” dediğinizi duyar gibi oldum. Hangi aklıevvelin kafasından çıktığı bilinmeyen bu dahiyane fikirle rezalet başlıyor. 30’una gelmiş, saçları dökülmüş koca koca adamlar Boğaziçi'lere, ODTÜ’lere kaydettiriliyor. Hatta Güney Sanayi daha da ileri giderek Bulgar Milli Takımı’nda yıllarca forma giymiş 41 yaşındaki Atanas Golomoev’i Adana’ya getirtiyor. Çukurova Üniversitesi’nde profesör yapacaklar heralde… Lakin dersler Bulgarca değil!

Herkesin işi kitabına uydurmaya çalıştığı o sezonda favori Eczacıbaşı. Lacivert-beyazlılar, Aydan Siyavuş yönetiminde 6 sezonda 5 şampiyonluk kazanmış ve Efe, Necati, Melih’ten oluşan iskeleti korumuşlar. Yabancı olarak da sahalarımızın gördüğü belki de en beyefendi sporcu olan Ron Haigler var. İlk turu 6’şarlı üç grup halinde oynanan, daha sonra gruplardan ilk iki sırada çıkan takımların final grubunda buluştuğu sezonda (bugünkü Euroleague statüsünü andırıyor) Eczacı’yı zorlayabilecek takımlar Efes Pilsen ile Beşiktaş…

Ancak daha ikinci haftada ilk sürpriz Adana’da patlıyor. Kadrosunda hiçbir şöhretli oyuncu barındırmayan Güney Sanayi, Eczacı’yı bir sayıyla yeniveriyor (Bunun sürpriz sayılmaması gerektiğini, Güney Sanayi’nin, Adana’da ev sahipliği avantajını maksimum derecede kullanarak herkesi yenebileceğini sonradan anlayacağız. Orada mağlup olan Karşıyaka, Fenerbahçe, İTÜ, Yenişehir gibi takımların oyuncuları, yenilgiye üzülmekten ziyade, canlarını kurtardıkları için sevinçliler).

Güney Sanayi-Eczacıbaşı maçından herhangi bir görüntü yok. Gazetelerde, bugün hâlâ tedavülden kalkmamış olan “Eczacı’ya Güney darbesi” klişeleri ve hemen altında, içinde sayı, yıldız ve devre sonucunu veren kutucuklardan başka bir şey yok. Herkes koskoca Eczacıbaşı’nın nasıl devrildiğini merak ediyor, birbirine soruyor ama fısıltı gazetesindeki “Çok fena pata-küte olmuş. Hakemler Güney Sanayi faullerinin yarısını çalmamış” manşetinden başka kayda değer bir bilgiden söz etmek imkansız.

Bu arada Eczacıbaşı, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Partizan ve Slavia Prag gibi devlerle başa baş oynuyor. Ligde de o güney kazasını saymazsak yenilgisiz gidiyor. Basketbol aleminde herkesin merakla İstanbul’daki rövanşı beklediğini söylememe, bilmem gerek var mı…

Hiç unutmuyorum, o gün Spor Sergi’de önce Fenerbahçe-İTÜ maçı var. Serde Teknik’liyiz, ben de Teknik tribünü tabir edilen bölümdeyim. Fenerbahçe son saniyede Fensal’in basketiyle kazanıyor, çok üzülüyoruz arkadaşlarla… Ama dağılmaca yok, ikinci maçta Eczacıbaşı, Güney Sanayi’yi ağırlayacak.

Ağır oluyor hakikaten Güney Sanayi için... Rahmetli Siyavuş bir dakika yerine oturmuyor. “Pres.. pres..” diye avazı çıktığı kadar bağırıyor kenardan. 40 dakika pres yapan Eczacı, rövanşı feci bir skorla (154-48) alıyor. Spor Sergi’de alt katın yarıdan fazlası dolu. Taraftarlı kulüplerden biri sahada olmadığına göre, böylesi bir maç için olağanüstü bir seyirci topluluğu. Hayatımda ilk ve son kez duyduğum, hatta katıldığım bir tezahürat yükseliyor tribünlerden: “İstanbul… İstanbul…” diye bağırıyorlar. Bağırıyoruz.

Bulgar Golomoev, daha ilk yarıda oyundan atılıyor, kapılan her topta Ahmet Sarı adeta turnike idmanı yapıyor. O gün namusunu temizleyen Eczacıbaşı, sezonu sadece 3 yenilgiyle (üçüncüsü, Efe’siz gittikleri Antalya’daki final grubunda şampiyonluğu garantiledikten sonra Efes Pilsen’e) şampiyon bitiriyor. İkinci turu klasman grubunda oynayan Güney Sanayi ise ligi 9. sırada noktalıyor.

Yiğiter Uluğ

0 yorum: