25 Aralık 2009 Cuma

Bir Bahar Akşamı Rastladım Size

Mayıs, İstanbul’un en güzel ayıdır. Nisan sonlarında Boğaz’ı sarmaya başlayan erguvanların, o tarifi imkânsız rengiyle şenlenir ortalık… Güneşin, insanın içini ısıtan ışınlarında her yer, özellikle de deniz bir başka parlaklıkta görünür. Kravatını sıyırmış, eteğini biraz yukarı çekiştirip dizinin üzerine çıkarmış gürültücü lise öğrencilerinin sokakları tatlı bir haylazlıkla arşınlaması, taşkınlıkları, el şakaları bile batmaz kimseye. Köşebaşlarını kapmış çiçekçilerden, gelen-geçenin aklını başından alan kokular yükselir. Hele ki gençseniz, kulağınıza çalınan her şarkıda size uyan mısraların hızla arttığını fark edersiniz. Aşık olmanız an meselesidir…

1981 Mayısıydı. Ben de aşık oldum. Yoo, bir kıza değil, basketbola!

Uzun süredir aramızda “seviyeli” bir birliktelik vardı zaten… Her gün görüşmeden edemiyor ama soranlara “arkadaşız” diyorduk. O bahar, ateş bacayı sardı.

Üniversite birinci sınıf öğrencisiydim ve İTÜ genç takımında oynuyordum. Bugünlerde çokça konuşulan Kemal Burkay’ın o meşhur şiirindeki gibi “Şehre bir film geldi, bir güzel orman oldu ve iklim değişip, Akdeniz oldu” aniden. Emektar Spor Sergimiz (daha sonraki kuşaklar onu Lütfi Kırdar olarak tanıdı) Avrupa Basketbol Şampiyonası Çalenç Turu elemelerine ev sahipliği yapıyordu. Ayıptır söylemesi, medyanın aynen bir üst cümlede kullandığım gibi yazıp, telaffuz ettiği bu Çalenç’i, ben Yugoslav topraklarında doğup büyümüş bir eski yıldız zannediyordum -Koraç gibi. Meğer “Challenge”ın Türkçeye tam çevrilemeden apartılmış haliymiş (challenge: meydan okuma, karşı çıkma).

Statü şöyle: İzmir ve İstanbul gruplarında 6’şardan toplam 12 takım var. İlk beş günün sonunda gruplarında ilk üç sırayı alanlar, yine İstanbul’da toplanıyor, birbirleriyle çapraz oynuyor (yani diğer gruptan gelenlerle üç maç daha), ortaya çıkan puan cetvelinde ilk dört sırayı alanlar, Avrupa Şampiyonası’na gitme hakkına ulaşıyor. Milli takımımızın yer aldığı İstanbul grubunda rakiplerimiz Belçika, Finlandiya, İngiltere, Macaristan, Yunanistan. Diğer grupta, İzmir’de Almanya, Bulgaristan, Hollanda, İsveç, Portekiz, Romanya kapışıyor.

İlk gün Erman Kunter’in hücumda, Melih Erçin’in savunmada yıldızlaştığı maçta Belçika’yı 1 sayıyla yenmeyi başarıyoruz. İkinci gün rakip İngiltere. Erman pek oynamıyor. Oyuna giriyor da, bildiğimiz Erman gibi değil. Biz bunu “Koç Önder Seden’le arasında problem var” şeklinde yorumluyoruz. Zaten Doğan Hakyemez de son derece formsuz ve kenarda oturduğu dakikalarda yüzünden düşen bin parça… Atıcı pozisyonunda sadece Melih Erçin’e kalıyor ve atletik zenci guardlarıyla hızlı oynayan İngiltere’ye direnemiyoruz. İlk yarı 19 sayı gerideyiz, ikinci yarı seyirci-meyirci derken fark kapanıyor ama 4 sayıyla kaybediyoruz.

Grubun favorisi Yunanistan, Galis, Yannakis, Koroneos gibi kısalarıyla o zaman üçlük olnadığı halde muazzam dış şutlarla skor üreterek yoluna devam ediyor. Bizse iki maçtan zar zor bir galibiyet çıkarmışız. Gazeteler, takımda havanın pek iyi olmadığını, başta Efe ve Erman olmak üzere, bazı oyuncuların koç olarak aslında Aydan Siyavuş’u istediğini yazıyor (gerçeğin böyle olmadığını, dizi sakat olan Erman’ın, kortizon iğneleriyle zorla oynatıldığını yıllar sonra öğrendim).

İşler beklediğimiz gibi gitmese de, Spor Sergi her gün tıklım tıklım. Bilet kuyrukları Hilton’un, hatta Radyoevi’nin önlerine kadar uzanıyor. Kader maçı diyebileceğimiz Finlandiya randevusunda ilk yarıda yine dökülüyoruz. Rakip, Saareleinen ve Sarkalahti ile oyunu çekip çeviriyor. Takım soyunma odasına 13 sayı geride giderken tribünlerden ilk kez uğultular yükseliyor. Ama ikinci yarıda sahada öyle bir mücadele var ki, kimse yerine bile oturamıyor. “Teknik tribünü” tabir edilen yerdeyim ve koskoca bir ikinci yarıyı ayakta izlediğimi hatırlıyorum. Aytek Gürkan kapılan topları insanüstü bir hızla rakip sahaya taşıyor, Efe Aydan atıyor da atıyor… Bitime 3 saniye kala hâlâ 2 sayı gerideyiz ve rahmetli Cevat Soydaş, bizim bench’in hemen önünden topu oyuna sokuyor. Rakibin baskısından kurtulmak için iyice yüksek posta çıkmış, hatta biraz da yan çizgiye yaklaşmış, yani bugünkü üçlük mesafesine gelmiş Efe’ye verdi. Efe sağ omzunun üzerinden döndü, attı ve… topun fileden geçtiğini hayal meyal görebildim. O an artık ne olmuşsa, kendimi üç-beş sıra aşağıda yerlerde buldum. Uzatma başladığında ben de çoğu insan gibi üstümü başımı silkelemekle meşguldüm.

O gün Türk seyircisi, kendi kendine bir şey icat etti. Bütün bir uzatma devresi, “Dağ Başını Duman Almış…” eşliğinde oynandı. O şartlarda kaybetmek olanaksızdı artık. Efe’nin 31 sayısıyla kazandık. Maç sonrası, 3-4 bin kişilik dev bir koronun içinde, Harbiye’den Taksim’e kadar Gençlik Marşı’nı söyleyerek yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Elmadağ’da pencerelerden başını uzatmış teyzeler, caddeden geçenleri alkışlıyordu. Bu kadar coşkulu bir basketbol atmosferini tekrar yaşayabilmek için 2001’deki Hırvatistan ve Almanya maçlarına kadar 20 yıl beklememiz gerekti.

Ertesi gün, o havayla Macar maçını da 1 sayıyla alıyor ve gruptan çıkmayı garantiliyoruz. Son rakip Yunanistan ama kısıtlı kadromuzda onlarla boğuşacak derman kalmamış. Bir de skorbord bozulunca , seyirci bir türlü oyuna giremiyor. Düşünün, maçın kaç kaç olduğunu ve kaç dakika kaldığını bir tek masadakiler ve kenar yönetimler biliyor. Sonlarda üç sayı gerideyiz, bir basket bulunca seviniyoruz ama aynı anda Yunanlılar da havalara zıplayınca, maçın bitmiş olduğunu anlıyoruz: 84-85.

Bir günlük dinlenmeden sonra İzmir’den gelen üç rakiple oynayacağız: Almanya, Hollanda ve İsveç… En az ikisini yenmek şart. Karışık averaj hesapları olursa, o bile yetmeyebilir.

Almanya önünde Erman yine sahada. İğnelerini olmuş, dinlenmiş ve kendini zorlayarak bir şeyler yapmaya çalışıyor. Rakip çok uzun olduğu için, alışkanlıklarımızın dışına çıkıyor ve Emir, Mehmet, Efe’yi aynı beşte oynatarak fizik dezavantajı ortadan kaldırmaya uğraşıyoruz. Bu durum, tempomuzu aşağı çekiyor. Kızıl sakallı Pappert ve buz gibi oynayan Sowa ile Almanlar hep önde gidiyor. Son saniyeler yine kalp spazmı geçirtecek cinsten… Bitime 1 saniye kala 2 farkla gerideyiz ve Erman 2 serbest atış kullanıyor. İlkinde top elinden çıktığı anda pota dibinde bir flaş patlıyor. Ortalık karışıyor. Oraya giren bir Alman foto muhabiri, patlattığı flaşla “kendince” atışın kaçmasını sağlıyor. Pota arkasındaki tribünden beline kadar sarkan Ali Kazaz abimiz, elindeki deri ceketle “bozguncu” Almanı dövmeye çalışıyor ama neye yarar? 1 sayıyla kaybediyoruz. Sırf bu maça girebileyim diye, öğlenden okulu kırmış, botanik laboratuarından telafiye girmeyi göze almışım. Bunları hatırlayınca, dönüş yolunda mağlubiyet daha kötü koyuyor.

Hollanda ve İsveç maçları rüya gibi… O günlerde Avrupa’nın hatırı sayılır şutörleri arasında gösterilen Akerboom’un Hollanda’sını 82-78’le, bir yıl önce Moskova Olimpiyat Oyunları’na katılmış ve onuncu olmuş İsveç’i 69-55’le geçiyoruz. Mağlup olduğumuz üç takımın ardından dördüncü sırayı kaparak Avrupa Şampiyonası vizesini alıyoruz.

Devir 12 Eylül devri… Yanlış hatırlamıyorsam, gece 12’den sonra sokağa çıkma yasağı bile devam ediyor. Ama o akşam Taksim Meydanı’nda ve parkta çılgın bir eğlence var. Çoktandır slogan atamamış, gönlünce bağırıp çağıramamış, okul bahçesinde üçü-beşi bir araya gelse hemen “Dağılın lan!” diye kibarca uyarılmış gençlik eğleniyor ve o sıra her şeye hot zot eden asker-polis sesini çıkarmıyor.

Dedim ya, Mayıs İstanbul’un en güzel ayıdır ve tam da aşık olmanın zamanıdır. Ben o turnuvayla aşık oldum basketbola ve hayatım boyunca ondan uzak kalamayacağımı, bu güzel oyunun öyle ya da böyle, bir biçimde ruhumun vazgeçilmez parçalarından biri olacağını anladım.

Meraklısı için notlar:

Türk Milli Takımı, o turnuvayı Necati Güler, Aytek Gürkan, Doğan Hakyemez, Erman Kunter, Melih Erçin, Cevat Soydaş, Serdar Koçyiğit, Efe Aydan, Mehmet Döğüşken, Emir Turam, Celal Arısan, Şadi Olcay kadrosuyla oynadı. Koç Önder Seden, yardımcısı Atakan Karakaplan’dı.

Çalenç Turu’nda vizeyi aldıktan iki hafta sonra Çekoslavakya’daki Avrupa Şampiyonası finallerine gittik ve oynadığımız 8 maçtan sadece birini (İngiltere) kazanarak 11.likle yurda döndük. Finalde Yugoslavya’yı farklı yenen Sovyetler Birliği Valters’li, Eremin’li, Myshkin’li, Lopatov’lu, Tkatchenko’lu, Khomicius’lu kadrosuyla şampiyon oldu.

1981 Avrupa Şampiyonası’ndan sonra tam 12 yıl boyunca bir daha finallerin yüzünü göremedik. 1993 Avrupa Şampiyonası’na Orhun, Harun, Tamer, Ömer, Levent, Volkan’lı kadromuzla katılarak 9. sırayı İtalya ile paylaştık.

Yiğiter Uluğ

19 Aralık 2009 Cumartesi

Ferrari alt-yapıya yöneldi


Ferrari, Formula 1'de yarışabilecek genç kabiliyetleri tespit ederek, yetiştirmek üzere yeni bir girişim başlattı.

Ferrari Pilot Akademisi adını taşıyan program, bir grup genç pilotun seçilerek, kariyerleri boyunca İtalyan ekibinin himayesi altında yetiştirilmesini amaçlıyor. Program sadece yarışlarda, genç yıldızların kişisel ve mesleki gelişimlerini de şekillendirmeyi hedefliyor.

Ferrari mühendisi ve eski stratejisti Luca Baldisserri bu çerçevede projenin başına getirilecek. Program ayrıca, İtalyan motor sporları federasyonu ACI-CSAI tarafından da desteklenecek.

Formula 3 Euro Series şampiyonu Jules Bianchi'nin de bu kapsamda seçilen ilk pilot olduğu belirtildi. Bianchi, bu ay başında Jerez'de takımla bir test sürüşü yapmıştı.

Ferrari takım patronu Stefano Domenicali yaptığı açıklamada, "Programın amacı gayet açık: gençlere, bir gün Formula 1'de Ferrari bayrağı altında yarışabilecekleri bir pozisyona gelene kadar gelişimlerine yardımcı olmak" dedi.

18 Aralık 2009 Cuma

ilk ve Son Balkan Şampiyonluğu

Dünya Şampiyonası yaklaşıyor… Organizasyonun resmi sitesindeki sayaç, ilk hava atışına bugün itibariyle 252 gün kaldığını söylüyor. Benim çocukluk ve ergenlik yıllarımda Türkiye’de Dünya Şampiyonası düzenlemek, koskoca Amerika’yı bu topraklarda ağırlamak masallara bile konu olamayacak kadar uzak bir düştü.

O zamanlar basında çok sık kullanılan bir kalıp vardı; ne zaman bir yerlerde büyük ve modern bir şeyler hizmete girecek olsa hep o kalıba başvurulurdu. Diyelim, dört başı mamur bir sinema açılmış, hemen adı konur: “Ortadoğu ve Balkanların en büyük sineması”.

Dünyanın taşrasında yaşadığımızı yüzümüze vuran ve ufkumuzun ne kadar dar olduğunu belgeleyen bu kalıpla büyüdük biz… Tabii buna uygun olarak da Balkan Şampiyonaları ile… Futboldan voleybola, atletizmden sutopuna her dalda, gençlerde, ümitlerde, A millilerde hemen her yıl Balkan Şampiyonaları düzenlenirdi. İmkânsızlıklarla içine kapanan, Avrupa Şampiyonalarını, Dünya Kupalarını uzaktan burnunu çekerek izleyen bir millet için, bir nebze olsun nefes alma şansıydı bu organizasyonlar…

O günlerin coğrafi ve siyasi haritalarına göre, Balkan Şampiyonaları’nın altı ülkeyle düzenlenmesi gerekirdi: Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Türkiye, Yugoslavya ve Yunanistan. Ancak çoğu zaman bu ülkelerden biri ya da birkaçı oyunbozanlık yapar, gündemdeki bir siyasi sorunu, finansal sıkıntıları veya kendi liginin fikstürünü bahane ederek katılmaz, turnuvayı topal bırakırdı. Takvimde bu turnuvaların yeri de tartışmalıydı. Basketbolda Balkan Şampiyonalarının genelde Kasım-Aralık aylarında oynandığını hatırlıyorum mesela… Düşünsenize, liginiz ve Avrupa Kupası maçları Ekim başında start almış, birkaç hafta sonra pattt! Ara verip, milli takımı kampa çağırıyor ve ardından, Balkan Şampiyonası’na gidiyorsunuz. Bugünden bakınca, olacak iş gibi görünmüyor.

Neyse, uzatmayalım... 60’lı ve 70’li yıllarda Yugoslavya, adı Avrupa’da her zaman ilk üçte geçen güçlü bir ülkeydi. Bulgaristan da çoğu Avrupa Şampiyonası’nda ilk beşte yer bulurdu. Romanya, Bulgaristan kadar olmasa da, istikrarlı bir çizgiyle çeyrek finaller oynar, hatta bazen beşinciliğe kadar tırmanırdı. Rakiplerinden daha geride olan Yunanistan ve Türkiye, 70’lerde biraz kıpırdanıp, Avrupa Şampiyonalarına katılmaya başladılar. Ama bu iki ülke, ev sahibi değillerse genelde Balkan Şampiyonalarında dördüncülük için kapışırdı. Madalyaların sahipleri belliydi.

Tam 28 yıl önce, 1981’in Aralık ayında Sofya’daki Balkan Şampiyonası’na işte bu koşullar altında gittik. Aydan Siyavuş yönetimindeki kadro, Necati Güler, Erman Kunter, Melih Erçin, Mehmet Döğüşken, Efe Aydan, Behçet Üner, Serdar Koçyiğit, Turhan Koray, Remzi Dilli, Ömer Saybir, Celal Arısan, Şadi Olcay’dan kuruluydu. Aytek Gürkan sakat olduğu için, Emir Turam da Amerika’da okuduğu için Sofya’ya götürülememişti. Haziranda Prag’da yapılan Avrupa Şampiyonası’nı, tek galibiyetle 11. sırada kapatmıştık. Ev sahibi Bulgaristan, daha sonra NBA’de oynayan ilk Avrupalılardan biri olacak genç pivotu Georgi Glouchkov’lu kadrosuyla iddialıydı. Bizi de gözlerine kestirdikleri için, fikstürde ilk rakip olarak seçmişlerdi. Bunu onlara çok ağır ödettik. Neredeyse kusursuz denebilecek bir oyunla, ilk günü 83-69’luk galibiyetle kapattık. O sıralar İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nde doçent olan milli takım eski kaptanı Erdal Poyrazoğlu’nun, bu maçtan sonra Sofya’ya “Şampiyonluğunuzu şimdiden kutluyorum” şeklinde çektiği telgraf, hâlâ bir efsane gibi dilden dile anlatılır.

İkinci gün Romanya engeli zor da olsa geçildi. Yugoslavya, 1980’de Olimpiyat şampiyonu olan Cosiç’li, Dalipagiç’li, Delibasiç’li, Slavniç’li kadrosundan kimseyi Sofya’ya getirmemiş, Ümit-B milli karışımı bir kadroyu geleceğe hazırlamayı tercih etmişti. Onları da rahat yendik. Arnavutluk gelmediği için, turnuvayı tamamlama görevi Bulgaristan B takımına düşmüştü ve her ülke onlarla oynadığı günü aktif dinlenmeyle geçirme şansı buluyordu. Oysa bizim fikstürümüzde dört günde dört zorlu maç vardı. 5 Aralık Cumartesi günü Yunanistan önüne çıktık ve siyah-beyaz TRT ekranları karşısında hepimizi hop oturtup hop kaldıran bir 40 dakika sonunda sahadan 93-80 galip ayrıldık. Poyrazoğlu bilmişti: Türkiye tarihinde ilk kez basketbolda Balkan Şampiyonu’ydu. Hem de kendi evinde oynamadığı bir turnuvada!

Şampiyonluğu getiren Yunanistan maçının son basketi, uzun yıllar TRT’deki “efsane” Spor Stüdyosu programının jeneriğinde yer aldı. O basketin de ilginç bir öyküsü var: Son dakikalara girilip, kazanacağımız belli olunca, rahmetli Siyavuş yedekleri sahaya sürüyor. Tabii o dönemde böyle rotasyon, motasyon yok. Necati, Erman, Melih, Mehmet, Efe’den kurulu klasik beşimiz büyük bir faul problemi olmadığı takdirde 38-40 dakika sahada kalıyor. Günlerdir Siyavuş’un minicik bir parmak işaretini bekleyen genç cengâverler, kapakların kalkmasıyla derin bir “ohhh” diyor ve dalıyor son dakikada sahaya… Tam o sırada paylaşılamayan bir top oluyor ve hakem hava atışına hükmediyor. Bizden, takımın en kısası Behçet ile Yunanistan’ın 2.00 metre boyundaki forveti çıkacak. Behçet artık nasıl bir hırsla sıçramışsa, adamdan dört parmak daha yükseğe fırlıyor, topu Ömer Saybir’e kazandırıyor, o da kendine özgü ters ayaklı turnikelerinden birine giriyor ama heyecandan olsa gerek, kaçırıyor. Biz tam ekran başında “ahhh” çekmeye hazırlanırken, çemberin üzerinde bir el görüyoruz. O el topu kavrayıp, Yunan potasına kelimenin tam anlamıyla “tıkıyor”. Sonra da sıkılı bir zafer yumruğu olarak, sahamıza geri dönüyor. Herkesten daha yükseğe çıkan o el, maça nokta koyan o basket, başarının sembolü olan o yumruk Remzi’ye ait. Ve sırf bu yüzden, her Pazar akşamı Spor Stüdyosu’nun önünde ekranlara geldiği için, yıllarca “Jenerik Remzi” diye anılıyor Remzi Dilli.

1981 Balkan Şampiyonası’na dair sonradan dinleyeceğim öyküler arasında, belleğimde en çok yer edenlerden biri, Amigo Birol’un otostopla Edirne’ye kadar gittikten sonra, “Üzerinde döviz yok” gerekçesiyle Bulgar gümrüğünden geri çevrilmesi ama yılmadan, usanmadan mücadele edip, Yunanistan maçına yetişmesidir. Birol, kapıdan çevrildiğinde turnuvanın yarısı geride kalmış zaten... O gün mesai saati de dolmuş, akşam olmuş. Ağlayarak, sızlayarak Edirne garnizon komutanına ulaşıyor. “Paşam, yarın Yunanistan’ı yenip şampiyon olacağız inşallah. Benim tribünde ay-yıldızlı bayrağı dalgalandırmam gerek” diyor. Adamcağızın gözleri dolu dolu oluyor, cebinden para çıkarıp veriyor ama döviz yok. Öyle bugünkü gibi döviz büfesi falan ne gezer? Ama devir, emirin demiri kestiği devir. Haber veriliyor Ziraat Bankası müdürüne, gece vakti banka açtırılıyor ve Birol’un cebine 50 Alman markı konuluyor. Sonra da kapıda bir TIR çevrilip, dualarla uğurlanıyor milli amigo. Ve Yunanistan maçında elinde bayrağıyla tribünde yerini alıyor.

Çok uzattık, noktayı neşeli bir sahneyle koyalım. Yunan maçı kazanılmış, son gün hiçbir kıymeti harbiyesi olmayan karşılaşmada rakip Bulgaristan B takımı. Madalya töreni ondan sonra. Bizimkiler, meşhur Vitosha Oteli’ndeki odalarında kendi çaplarında parti yapıyorlar. Necati Güler ile Remzi Dilli’nin odalarında şöyle bir sahne var: Bizim iki oyuncumuza ilaveten Romen takımından Uglai ve Kapusan, o turnuvada Yunan takımının en genç oyuncusu olan Fassoulas (bugün Pire Belediye Başkanı) ve bizim Kırcaali’li vatandaşlardan Ali, ellerinde ucuz Bulgar şaraplarıyla odanın ortasında şarkı söyleyip dans ediyor. Malum, Balkan havaları ortak, notaları herkes biliyor, sözleri de kendi dilinde uyduruyor. Ortada madalya ve kupa yok ama bu kutlama, bütün törenlerden daha sıcak, daha samimi.

O yıldan sonra Türkiye, Balkan Şampiyonalarında ikincilikten ileri gidemedi. Bildiğim kadarıyla A milli takımlar düzeyindeki son Balkan Basketbol Şampiyonası, 1990 Kasımında Üsküp’te yapıldı. Sonra Yugoslavya dağıldı, kan gövdeyi götürdü, sınırlar değişti… Slovenya ve Hırvatistan “Biz Balkanlı değiliz” dedi. Yoğunlaşan uluslararası takvimde yer bulmak da imkansızdı; Balkan Şampiyonaları tarih oldu.

14 Aralık 2009 Pazartesi

Lotus yeni sezona hazır...

Lotus, Malezya'da düzenlediği basın toplantısıyla gelecek yıl Jarno Trulli ve Heikki Kovalainen'le yarışacağını açıkladı. Malezya doğumlu Feyruz Fauzi de, takımın üçüncü pilotu olacak.

Başkent Kuala Lumpur'da Lotus'un sürücü kadrosunu açıklayan Malezya Spor Bakanı Ahmed Şaberi Cheek, hükumetin yeni takıma olan desteğini ve beklentilerini de dile getirdi.

Cheek, hükumet olarak motor sporlarının yaygınlatırılmasına yönelik bir program uyguladıklarını ve bu bağlamda Lotus'un ülkenin genç yetenekleri için de bir fırsat olacağını ifade etti.

Bakan Cheek ayrıca, bir Malezya takımının Formula 1'de mücadele etmesinin, özellikle yüksek teknoloji endüstrilerde ülkenin daha da ileriye gitmesi için önemli bir basamak olacağını kaydetti.

Lotus takım patronu Tony Fernandes ise, sürücü kadrosunun tecrübeli olduğunu ve aynı zamanda takıma bir canlılık ve coşku getireceklerini belirterek, "Trulli takımın gelişiminde sahip olduğu tecrübeyi aktaracak. Heikki, tecrübeli olmakla birlikte genç bir pilot. O yüzden, Feyruz'la da birlikte çok iyi bir kadroya sahip olduğumuzu düşünüyorum. Hem tecrübeli, hem genç, hem de tutkunun karışımı bir kadro" ifadelerini kullandı.

Lotus'un gelecek sene, yeni takımların en iyisi olmayı hedeflediğini kaydeden Fernandes, "Şimdiden çok büyük hedefler belirlemiyoruz. Ama en azından yeni takımların en iyisi olmak istiyrouz. Bugün dünya çapında pilotlarla yarışacağımızı açıklamamız da, bu ciddiyetimizi gösteriyor" dedi.

Renault ve Toyota'nın ardından kariyerinde üçüncü kez Mike Gascoyne ile birlikte çalışacak olan Trulli, Lotus'u tercih etmesindeki en büyük nedenlerden birinin Gascoyne olduğunu söyledi.

Gascoyne'nin geçmişte diğer takımlarda başarılı çalışmaları olduğunu ve yeniden kendisiyle çalışmaktan memnuniyet duyacağını ifade eden İtalyan pilot, "Takımın, hedeflerini gerçekleştirmesine yardım etmeye hazırım" dedi.

Kovalainen ise, takımın profesyonel yaklaşımının kendisini etkilediğini belirterek, fabrikayı ziyaretinde, takımın bu kadar kısa sürede bu kadar kapsamlı bir çalışma yürütmesinden etkilendiğini söyledi.

13 Aralık 2009 Pazar

Pazar Fotoğrafları (Ters Yön)

11 Aralık 2009 Cuma

Bir Paul Dawkins Vardı..

Türkiye Deplasmanlı Basketbol Ligi (o zamanlar öyle denirdi) 1981-82 sezonuna büyük bir karmaşayla girdi. Zaten iki yıl önce düşme kaldırıldığı için takım sayısı 18’e çıkmış ve lig, altışar takımdan oluşan üç grup halinde oynanır olmuştu. Gruplarda ilk iki sırayı alanlar, final grubuna yükseliyor, diğerleri de anlamsız klasman grubu maçlarında ömür tüketiyordu. Ve bazı takımlar, birbiriyle hiç oynamadan sezonu noktalayabiliyordu. Örneğin, o yıl Fenerbahçe, ezeli rakipleri Galatasaray ve Beşiktaş’la hiç karşılaşmadan defteri kapattı.

Federasyon sezon öncesi yabancılara yasak getirildiğini açıklamış, daha sonra özellikle Avrupa Kupaları’nda oynayan kulüplerin baskısıyla geri adım atmak zorunda kalıp, “Türkiye’de yaşayan, görevli olan ve üniversitelerde eğitimlerini sürdüren yabancılara lisans çıkartma hakkı verilir” gibi tuhaf bir kuralla kapıyı aralamıştı. Kulüpler de sezon başladıktan sonra telaş içinde Amerikalı oyuncularını birer ikişer okullara kayıt ettirmeye ve lisans başvurusu yapmaya başladılar. Koskoca Haigler’ların, Şeytan Billy’lerin Boğaziçi Üniversitesi’ne kaydolup, adet yerini bulsun diye birkaç derse girdiği tuhaf bir dönemden geçiyorduk. İşte tam o günlerde, gazetede minicik bir haber gördüm. “Galatasaray NBA’den Utah Jazz takımında oynamış Paul Dawkins’i kadrosuna kattı” yazıyordu. İnanamadım. Dawkins’i tanıdığım için değil, o zamanlar NBA’de forma giymiş birinin kalkıp Türkiye’ye gelmesi imkansız olduğu için… Üstelik de getiren, Eczacıbaşı ve Efes gibi dönemin büyük bütçeli müesseselerinden biri değil, Galatasaray gibi kendi yağıyla kavrulan, yetiştirdiği gençleri A takıma monte etmeye uğraşan bir kulüptü.

Dawkins, sarı-kırmızılı formayla ilk maçına 1981’in Aralık ayında çıktı. Solaktı ve ilk bakışta insana çok garip gelen bir stili vardı. Şuta kalkarken sol ayağı, diğerinin hep biraz önünde olurdu. Mesafe tanımadan top kullanabiliyordu. Avrupa basketbolunda henüz üçlük olmadığı için (84 Olimpiyatları’ndan sonra geldi) Dawkins’in buradaki ilk üç sezonunda pek çok basketi 3 yerine 2 sayıyla geçti kayıtlara… Yumuşacık bileği, bol fake’li oyunu ve inanılmaz skor kapasitesiyle İstanbul’da kısa sürede özel seyirci edinen bu 1.95’lik forvet, aslında geldiği yerde de bir efsaneydi. Küçük bir okul olan Northern Illinois’ten 26.7 gibi olağanüstü bir sayı ortalamasıyla mezun olmuş, son yılında adını NCAA’lerin en skorer üç ismi arasına yazdırmış (diğerleri Larry Bird ve Nick Galis’ti), okulunun bütün istatistik rekorlarını altüst etmiş, “Doktor D” adını almıştı. Utah Jazz tarafından draft edildi ve 1979-80 sezonunda Pete Maravich ve Adrain Dantley gibi şimdi adı Hall of Fame’de yazılı devlerin yer aldığı kadroda, 57 maç oynama şansı buldu. Hatta bir maçta 30 sayı atarak sahanın en skorer ismi oldu. Ancak bu parlak başlangıç, ertesi yıla yansımadı. Dawkins zaten savunma sevmeyen bir oyuncuydu. Bir de dizinden sakatlanınca, lateral hareketleri iyiden iyiye yavaşlamıştı. O sırada Amerikan kolej basketbolundaki en atletik oyuncu olarak ün yapan Darrell Griffith’i draft eden ve tribünlerin sevgilisi olan bu genç yeteneği mutlaka ilk beşe monte etmeye çalışan Jazz yönetimi, Dawkins’i harcayıverdi. Hiç oynatmadılar, CBA ligine gönderdiler, o da sonunda dayanamayıp, Avrupa’ya yeşil ışık yaktı; menajerine “Bana oynayabileceğim bir takım bul” dedi.

Galatasaray, aynı menajerle temas kurduğunda Paul Dawkins, Fransa’nın Nice takımındaydı. Gelmiş, antrenmanlara çıkmış ama bir türlü kendisine söz verilen peşinatı alamamıştı. Nice’ten İstanbul’a uçması ve o tarihten sonra yaklaşık 7.5 sene yaşayacağı kente gelmesi çok zor olmadı.
Dawkins’i Yeşilköy’de Galatasaray’ın menajeri ve yeni takım arkadaşlarından biri karşıladı (Öykümüzün bu paragrafında yer alan kahramanlar, en sonda soru-cevap bölümünde açıklanacaktır). Onu alıp, Galatasaray Başkanı Selahattin Beyazıt’ın Cihangir Camii’nin hemen yanında boş duran ve şahane İstanbul manzarasına tepeden bakan apartmanındaki dairelerden birine yerleştirdiler. Dawkins, idmana çıktı, koç tarafından çok beğenildi. O zamana kadar ligde zaten iyi iş yapmış ve final grubu vizesini büyük ölçüde almış olan genç kadro, “Bu adamın gelişiyle acaba ilk üçe girer miyiz?” diye umutlandı.

Dawkins de tıpkı geçen hafta söz ettiğim Abromaitis gibi, İstanbul’daki ilk sabahında ezan sesiyle korkarak uyandı. Pencereden uzansa minareye dokunabilecek yakınlıktaydı ve daha önce hiç duymadığı bu “şarkı”dan sonra, sabah olup onu idmana götürecek menajer gelene kadar gözünü kırpmadı. O günün akşamında yeni dostları, onu Çiçek Pasajı’na götürdü. Hiç bilmediği bir içki söylediler, “Balık yer misin?” diye sordular. O da gelen balığın üstüne dökmek için garsondan ketçap istedi. Yazık oldu canım lüfer ızgaraya!

Paul Dawkins, daha sonra lüfer yemeyi de öğrendi, İstanbul trafiğinde araba kullanmayı da… İlk geldiğinde onu çok şaşırtan şeylere, mesela sezon boyunca oynadıkları maçların yarısını aynı salonda, Spor Sergi’de oynamaya alıştı. İlk önemli maçında Efes Pilsen potasına 40 sayı bıraktı (Dikkat, üçlük yok!). Illinois State Üniversitesi mezunu olduğu için onu Amerika’dan çok iyi tanıyan “Şeytan” Billy Lewis’in bu maçtan önce “İnanamıyorum, Paul Dawkins burada ha” diyerek koridora fırladığı ve onun elini öptüğü söylenir.

Dawkins’li Galatasaray, o sezonu 5. sırada tamamladı. 1984-87 arasında üst üste üç kez final oynayan, iki şampiyonluk kazanan ve sarı-kırmızılı basketbolseverlerin bugün bile hâlâ “Nihat İziç, Turgay Demirel, Michael Scearce, Mehmet Baç, Mehmet Altıoklar, Cihat Levent…” şeklinde ezbere sayabildiği o muhteşem kadronun temel direğiydi Dawkins. Gerçek bir yıldız olmasına karşın, son derece mütevazı bir karakterdi. Bir gün olsun, rakiple dalaştığı, hakeme ya da bir takım arkadaşına bozuk attığı görülmemişti. Kusursuz bir profesyoneldi. Öyle ki, Galatasaray’ın Amerikalı antrenör Jack Avina’yı getirip, tek yabancı hakkını uzun oyunculardan yana kullandığı, Rudy Hackett ve Art Housey’i aldığı 1987-88 ve 1988-89 sezonlarında sadece antrenman yaptı, pek az maçta sahaya çıkabildi. Sözleşmesi gereği parasını alıyor, yönetici Faruk Süren’i bir baba gibi seviyordu. Hiçbir huzursuzluk çıkarmadı. Türk vatandaşlığına kabul edilmişti ve 1989 yılı başlarında Gelişim Spor dergisi için kendisiyle yaptığım röportajda milli takımda oynamak istediğini, ama birilerinin buna engel olduğunu söylemişti. Gerçekten de o günlerde Federasyon Başkanı rahmetli Osman Solakoğlu, “Milli takımı karartmam” diye bugün olsa kendisini çok zor duruma düşürecek bir demeç vermişti medyaya…

Dawkins bir ton sayı atıp, 2 şampiyonluk, 1 de Cumhurbaşkanlığı Kupası hediye ettiği Galatasaray’da son maçlarını, 1989 play-off’unda Ankara’daki turnuvada oynadı. Amerika dışındaki tüm profesyonel kariyerini tek bir ülkede, tek bir formayla geçirmiş ve sonunda eve dönmüştü. Eski arkadaşlarıyla, özellikle de Turgay Demirel’le telefon sohbetlerini bir müddet sürdürdü. Son olarak ağabeyiyle birlikte müzik piyasasına girdiğini ve prodüktörlük yaptığını duymuştuk.

Geldik sürprizli soru-cevap bölümümüze…

Paul Dawkins Türkiye’ye ilk kez ayak bastığında, havaalanında onu karşılayan Galatasaray menajeri kimdi? Nur Gencer.

Menajerle birlikte havaalanına giden ve iyi İngilizce konuştuğu için sonraki günlerde Dawkins’in gönüllü çevirmeni haline gelen takım arkadaşı kimdi? Cem Akdağ.

O yıl büyük sürpriz yapıp sezonu beşinci bitiren takımın koçu kimdi? Koray Mincinozlu.

O takımdaki genç oyunculardan biri kimdi? Ali Türsan.

Yiğiter Uluğ

10 Aralık 2009 Perşembe

Schumacher'in dönüş sürecinde son durum

BBC F1 yorumcusu ve eski takım patronu Eddie Jordan, yaptığı bir açıklamada Michael Schumacher'in Mercedes GP Takımı ile Formula 1'e sansasyonel bir dönüş yapmaya hazırlandığını söyledi.

Ve Schumacher geri dönüyor

BBC F1 yorumcusu ve eski takım patronu eddie Jordan, Brawn GP'nin çoğunluk hisselerini satın alan Mercedes-Benz'in, yedi kez Dünya Şampiyonu olan Michael Schumacher'i Mercedes GP Takımının birinci pilotu olarak istediğinin gizli bir konu olmadığını belirterek "Bu sansasyonel olasılık ciddi bir şekilde takip ediliyor ve bana kalırsa yakında gerçekleşecek" dedi.

Eddie Jordan açıklamasında Mercedes - schumacher birlikteleiğinin çok eskilere dayandığını belirterek: "Aslında herşey Michael ile Ross Brawn’ın, Daimler CEO'su Dieter Zetsche ile Abu Dabi'de bir araya gelerek uzun süreli bir toplantı yapmalarıyla başladı. Şu an itibariyle Michael'ın, Ferrari ile geçerli bir danışmanlık kontratı olması Mercedes GP'de yarışmasına engel olabilir. Ama Ferrari Patronu Luca di Montezemolo ile görüşeceği bilgisini de yeni aldım. Bu görüşmede kontratını karşılıklı olarak erken feshetmeyi konuşacağı ve bunun da Formula 1'in çıkarları açısından kabul edilmesi bekleniyor. Nereden bakarsanız bakın, Formula 1 ve Almanya açısından müthiş sansasyonel bir olay bu. Michael ile Mercedes işbirliği yıllar öncesine gidiyor. Formula 1'den önce Michael Mercedes takımıyla spor otomobiller serisinde yarıştı ve onun Formula 1'e girişinde de Mercedes'in çok büyük rolü oldu. Mercedes, benim takımım Jordan GP'de 1991 yılında kariyerine başlarken Michael için bize ödemelerde de bulundu.." İfadelerini kullandı

Bu arada, BBC Sport'a konuşan Schumacher'in sözcüsü Sabine Kehm, " bu yaz Massa'nın kazasından sonra yaşadıklarım nedeniyle, hiçbir zaman 'asla' kelimesini kullanmamayı öğrendim" dedi. Kehm ayrıca Schumacher'in boynundaki sakatlıkla ilgili yeni bir testten geçmediği, ancak Ocak ayına kadar tamamen iyileşeceğini de kaydetti.


7 Aralık 2009 Pazartesi

Schumacher için geri sayım...


Michael Schumacher'in gelecek yıl Mercedes GP'yle pistlere döneceğine ilişkin spekülasyonlar, bu konuda herhangi bir doğrulamaya veya yalanlama yapılmadığı için güçlenerek devam ediyor.

40 yaşındaki Schumacher'in babası Rolf, Köln'de yayınlanan Express gazetesine yaptığı açıklamada, "Michael her gün çılgın gibi idman yapıyor. Bunu boş yere yapmaz" ifadelerini kullandı.

Bild gazetesi de, Schumacher'in eski boyun egzersiz makinesini, daha yeni bir cihaz aldığı için Nico Hulkenberg'e verdiğini bildirdi.

F1 patronu Bernie Ecclestone ise geçtiğimiz günlerde Schumacher'in geri dönme ihtimalinin çok zayıf olduğunu ifade etmiş ancak bunun ihtimal dışı da olmadığını kaydetmişti.

Ecclestone, "Ben Schumacher'in yerinde olsaydım, geri dönmezdim. Fakat şundan da eminim ki, o işini nasıl yapacağını biliyor" diye konuşmuştu.

Bu arada Schumacher'in Nico Rosberg'le yarışmaması durumunda Mercedes'in eski junior takımından yetiştirdiği Nick Heidfeld'i düşündüğü belirtiliyor.

Schumacher'in meanjeri Willi Weber ise, bugün Stuttgart'da Alman pilot ile bir araya gelecek. Toplantının nerede yapılacağı bilinmiyor ancak Weber'in Schumacher'le birlikte Mercedes/Daimler'in merkezine yakın bir yerde buluşabileceği ifade ediliyor.

Weber ise, toplantının kişisel bir görüşmeden ibaret olduğunu belirterek, Norbert Haug ve Mercedes'le görüşmelerinin de gündemlerinde olmadığını söyledi.


4 Aralık 2009 Cuma

Dur Gitme, Kurban Olayım..


Yıl 1983… Ligde son iki şampiyonluğu Efes Pilsen’e, transfer döneminde de efsane antrenörü Aydan Siyavuş’u Fenerbahçe’ye kaptırmış olan Eczacıbaşı, iddiasını Beşiktaş’tan Erman Kunter’i alarak sürdürmeye çalışıyor. Takımın başına da Yugoslavya’dan Dragutin Çermak getiriliyor. Sporculuk döneminde, 1968 Meksiko Olimpiyat Oyunları’nda gümüş madalya kazanmış olan Çermak, o zamanlar henüz 39 yaşında, koçluk kariyerinin başında bir basketbol adamı. Eczacıbaşı macerası pek uzun sürmüyor ve daha Ocak ayı dolmadan, görevi genç takım antrenörü Halil Üner’e devredip, Belgrad’a dönüyor.

İşte o sezon Eczacıbaşı’nda 2.03 boyunda beyaz bir Amerikalı var: Jim Abromaitis. Zaten yıllardır kadroda olan ve Türk pasaportu taşıyan Ronald Haigler’ı tamamlamak için getirilmiş olan Abromaitis, 3 numara pozisyonunda oynuyor ve benim o güne dek gördüğüm fundamentali en sağlam oyunculardan biri. Gayet iyi bir kariyere sahip olmasına karşın (Connecticut Üniversitesi mezunu, New Jersey Nets tarafından draft edilmiş, İstanbul’a gelmeden önce İspanya’da Real Madrid’de, İtalya’da Trieste’de oynamış), sahada hiç bencil değil. Hiçbir topu zorlamıyor, hatta bazen gerekenden fazla pası düşündüğü bile söylenebilir.

Lacivert-beyazlı formayla Türkiye’de iki sezon geçiren Abromaitis, meğer İstanbul’a ayak bastığı gün, ilk uçağa atlayıp geri dönmek istemiş de, Eczacıbaşı yöneticileri tarafından güçlükle ikna edilmiş. Bizler, Abromaitis’in ülkemizdeki ilk saatlerinde nasıl bir şok yaşadığını, çok sonraları öğrendik. Sizlerle paylaşmak da bugüne kısmetmiş…

Amerikalı oyuncu geliyor ve Atatürk Havaalanı’nda o dönemin Eczacıbaşı menajeri Nur Gencer tarafından karşılanıyor. Abromaitis’in küçücük bir köpeği var. Çok sevdiği finosundan ayrı kalamadığı için, onu da New York’tan kucağında getirmiş. Gencer, Jim ve küçük yaramaz, bir arabayla Levent’e, kulübün tesislerine geliyorlar (Bugünün gençleri için söyleyelim, şimdiki Kanyon alışveriş merkezi, o zamanlar Eczacıbaşı ilaç fabrikası ve fabrikanın arka tarafında takımın çalıştığı spor salonu var). Tanışmanın ardından Abromaitis, fabrikanın karşısındaki apartmanlardan birinde, bir daireye yerleştiriliyor. Akşam yemeğinden sonra da, dinlenmesi için yeni evine bırakılıyor.

Adamcağız uzun yoldan gelmiş, yorgun… Erkenden derin bir uykuya dalıyor ama sabahın ilk ışıklarıyla, avaz avaz bağıran birinin sesiyle uyanıyor. Hayatında ilk kez Müslüman bir ülkede uyandığı için, bunun sabah ezanı olduğunu bilmiyor tabii… Korkuyor; nereden geldiğini bilmediği bu sesin, bir alarm uyarısı ya da benzeri bir duyuru olabileceğini düşünüyor. Öyle ya, alacakaranlıkta adamın biri neden hoparlörden şarkı söylesin? Dakikalarca pencerede oturup, etrafta bir hareket, bir yangın, bir duman vs. görmeye çalışıyor ama hiçbir şey yok. Sabah saatlerinde evin arka tarafındaki geniş yeşillikte (şimdilerde Yapı Kredi Plaza ile Vakıfbank binalarının yükseldiği yerler) tuhaf bir hareketlenme başlıyor. Birtakım adamlar, irili ufaklı hayvanları çekiştire çekiştire oraya getiriyorlar. Ne oluyor demeye kalmadan, adamlardan birinin az önce başını okşadığı kuzunun boğazına çöküp, bıçağı bastığını ve ortalığın kan gölüne döndüğünü görüyor Abromaitis. Dehşete kapılıyor. Hemen kapıcının ziline basıyor. Gelen giden yok. Aşağıya inip, bir bakayım diyecek oluyor, o sırada aralık duran kapıdan köpek fırlayıp çıkıyor ve ok gibi merdivenlerden iniyor. Deli gibi havlayan köpek önde, Eczacıbaşı’nın çiçeği burnunda yabancı oyuncusu arkada, irili-ufaklı hayvanlar ve eli bıçaklı adamlarla dolu arsaya doğru koşmaya başlıyorlar. O sırada dini vecibesini yerine getirip, koç kesmeye çalışan vatandaşlarımızdan bazıları, kopan yaygarayla işini bırakıp, köpeğin peşine düşecek oluyor… İşte Abromaitis’in deliye döndüğü an, o an: Birtakım eli bıçaklı, kara bıyıklı adamların, köpeğini katledeceğini düşünerek, “Nooo, nooo, please!” diye haykırıyor. Son bir deparla zar zor yetişiyor finosuna, onu kaptığı gibi kucaklayıp, koşar adım eve dönüyor. Apartmanın kapısında kapıcı karşılıyor Amerikalı’yı… Gülümseyerek onu sakinleştirici bir şeyler söylüyor ama bizimkinin anlamasına da imkân yok, sakinleşmesine de… Çünkü kapıcının üzerinde uzun, yerlere kadar beyaz bir önlük var ve önlüğün kan lekesi olmayan bir santimetrekaresini bulmak güç. Vuruyor Abromaitis merdivenlere ve daha birinci katın kapısında, hayatının en tuhaf manzarasıyla karşı karşıya geliyor. Kapılardan birinin önünde kocaman plastik bir leğen var ve leğenin içinde gözlerini kendisine dikmiş melül melül bakan kesik bir koyun başı ile dört adet toynağı üstünde paça bulunuyor.

“Oh my God, bunlar gerçek olamaz, bu bir kâbus” diyerek ve bildiği bütün duaları ederek, eve kendini dar atan Abromaitis hemen giyiniyor, daha dün gece açtığı bavulları topluyor ve fabrikanın yolunu tutuyor. Tabii merdivenlerde karşılaştığı ve bir kap içinde taze kesilmiş etler taşıyan 8-10 yaşlarındaki erkek çocuğunu görmezden gelerek… O sırada arkadaki arsada büyükbaş ve küçükbaş katliamı iyice hızlanmış, olay mahali, dört bir yanına kan gölcükleri, soyulmuş deriler ve kesik kelleler saçılmış bir savaş meydanı haline gelmiş.

Beti benzi atan, dizleri titreyen Jim, son bir gayretle fabrikanın giriş kapısındaki kulübeye ulaşıyor ve “Nör” diyebiliyor sadece… Allahtan, Nur’un Amerikancası olan bu sözcüğü bekçi anlıyor ve Nur Gencer’i kısa sürede buluyor da, adamcağızın dehşet dakikaları fazla uzamıyor. Eczacıbaşı menajeri, kulübeye geldiğinde büyük umutlarla transfer ettikleri ve o yıl potaları titretmesini bekledikleri dev gibi Amerikalı’nın bir kedi yavrusu gibi bir köşeye büzüldüğünü ve tirtir titrediğini görüyor. Ağzından çıkan tek söz: “Benim gitmem lazım.”

Gencer, şok geçiren Abromaitis’i alıp spor salonuna getiriyor. Ona uzun uzun Kurban Bayramı’nı, bunun İslam kültüründeki yerini, bu olayın yılda sadece bir gün yaşandığını, İstanbul’da bir daha asla böyle bir manzara görmeyeceğini, buranın daha önce yaşadığı Madrid ve Trieste gibi Avrupa kentlerinden hiçbir farkı olmadığını anlatıyor. “İstersen yarını bekle, her şeyin bir günde değiştiğini kendi gözlerinle gör” diyor. Amerikalı oyuncu derin bir nefes alıyor, menajerini dinliyor ve sonrasında İstanbul’da iki sene kalıyor.

Jim Abromaitis bugün doğup büyüdüğü Connecticut’da çok saygın bir görevde. Sosyal Gelişim Komisyonu’nun başında. Büyük oğlu Jason, Yale’den mezun. Küçük oğlu Tim ise Notre Dame Üniversitesi’nin basketbol takımında yer alıyor. Baba Abromaitis, oğullarına hayatındaki en büyük zenginliğin, gençliğinde farklı ülkelerde yaşamak ve farklı kültürleri tanımak olduğunu söylüyor.

(Aslında bu öyküyü Kurban Bayramı vesilesiyle geçen hafta yazmalıydım. Ama unutmuşum. Sonra sağolsun, Remzi Dilli hatırlattı. Böylece öykümüz de kahramanlarından birinin, Nur Gencer’in maalesef kurban edildiği haftaya denk gelmiş oldu.)

Yiğiter Uluğ

1 Aralık 2009 Salı

Raikkonen Citoren C4'le Dünya Ralli Şampiyonası'na doğru

Finlandiya medyası, Kimi Raikkonen'in gelecek yıl Citroen C4'le Dünya Ralli Şampiyonası'nda yarışmak üzere Fransız ekibiyle anlaştığını ve sözleşmelerin imzalandığını ileri sürdü.


BALLON D'OR MESSI'NİN