Türkiye Deplasmanlı Basketbol Ligi (o zamanlar öyle denirdi) 1981-82 sezonuna büyük bir karmaşayla girdi. Zaten iki yıl önce düşme kaldırıldığı için takım sayısı 18’e çıkmış ve lig, altışar takımdan oluşan üç grup halinde oynanır olmuştu. Gruplarda ilk iki sırayı alanlar, final grubuna yükseliyor, diğerleri de anlamsız klasman grubu maçlarında ömür tüketiyordu. Ve bazı takımlar, birbiriyle hiç oynamadan sezonu noktalayabiliyordu. Örneğin, o yıl Fenerbahçe, ezeli rakipleri Galatasaray ve Beşiktaş’la hiç karşılaşmadan defteri kapattı.
Federasyon sezon öncesi yabancılara yasak getirildiğini açıklamış, daha sonra özellikle Avrupa Kupaları’nda oynayan kulüplerin baskısıyla geri adım atmak zorunda kalıp, “Türkiye’de yaşayan, görevli olan ve üniversitelerde eğitimlerini sürdüren yabancılara lisans çıkartma hakkı verilir” gibi tuhaf bir kuralla kapıyı aralamıştı. Kulüpler de sezon başladıktan sonra telaş içinde Amerikalı oyuncularını birer ikişer okullara kayıt ettirmeye ve lisans başvurusu yapmaya başladılar. Koskoca Haigler’ların, Şeytan Billy’lerin Boğaziçi Üniversitesi’ne kaydolup, adet yerini bulsun diye birkaç derse girdiği tuhaf bir dönemden geçiyorduk. İşte tam o günlerde, gazetede minicik bir haber gördüm. “Galatasaray NBA’den Utah Jazz takımında oynamış Paul Dawkins’i kadrosuna kattı” yazıyordu. İnanamadım. Dawkins’i tanıdığım için değil, o zamanlar NBA’de forma giymiş birinin kalkıp Türkiye’ye gelmesi imkansız olduğu için… Üstelik de getiren, Eczacıbaşı ve Efes gibi dönemin büyük bütçeli müesseselerinden biri değil, Galatasaray gibi kendi yağıyla kavrulan, yetiştirdiği gençleri A takıma monte etmeye uğraşan bir kulüptü.
Dawkins, sarı-kırmızılı formayla ilk maçına 1981’in Aralık ayında çıktı. Solaktı ve ilk bakışta insana çok garip gelen bir stili vardı. Şuta kalkarken sol ayağı, diğerinin hep biraz önünde olurdu. Mesafe tanımadan top kullanabiliyordu. Avrupa basketbolunda henüz üçlük olmadığı için (84 Olimpiyatları’ndan sonra geldi) Dawkins’in buradaki ilk üç sezonunda pek çok basketi 3 yerine 2 sayıyla geçti kayıtlara… Yumuşacık bileği, bol fake’li oyunu ve inanılmaz skor kapasitesiyle İstanbul’da kısa sürede özel seyirci edinen bu 1.95’lik forvet, aslında geldiği yerde de bir efsaneydi. Küçük bir okul olan Northern Illinois’ten 26.7 gibi olağanüstü bir sayı ortalamasıyla mezun olmuş, son yılında adını NCAA’lerin en skorer üç ismi arasına yazdırmış (diğerleri Larry Bird ve Nick Galis’ti), okulunun bütün istatistik rekorlarını altüst etmiş, “Doktor D” adını almıştı. Utah Jazz tarafından draft edildi ve 1979-80 sezonunda Pete Maravich ve Adrain Dantley gibi şimdi adı Hall of Fame’de yazılı devlerin yer aldığı kadroda, 57 maç oynama şansı buldu. Hatta bir maçta 30 sayı atarak sahanın en skorer ismi oldu. Ancak bu parlak başlangıç, ertesi yıla yansımadı. Dawkins zaten savunma sevmeyen bir oyuncuydu. Bir de dizinden sakatlanınca, lateral hareketleri iyiden iyiye yavaşlamıştı. O sırada Amerikan kolej basketbolundaki en atletik oyuncu olarak ün yapan Darrell Griffith’i draft eden ve tribünlerin sevgilisi olan bu genç yeteneği mutlaka ilk beşe monte etmeye çalışan Jazz yönetimi, Dawkins’i harcayıverdi. Hiç oynatmadılar, CBA ligine gönderdiler, o da sonunda dayanamayıp, Avrupa’ya yeşil ışık yaktı; menajerine “Bana oynayabileceğim bir takım bul” dedi.
Galatasaray, aynı menajerle temas kurduğunda Paul Dawkins, Fransa’nın Nice takımındaydı. Gelmiş, antrenmanlara çıkmış ama bir türlü kendisine söz verilen peşinatı alamamıştı. Nice’ten İstanbul’a uçması ve o tarihten sonra yaklaşık 7.5 sene yaşayacağı kente gelmesi çok zor olmadı.
Dawkins’i Yeşilköy’de Galatasaray’ın menajeri ve yeni takım arkadaşlarından biri karşıladı (Öykümüzün bu paragrafında yer alan kahramanlar, en sonda soru-cevap bölümünde açıklanacaktır). Onu alıp, Galatasaray Başkanı Selahattin Beyazıt’ın Cihangir Camii’nin hemen yanında boş duran ve şahane İstanbul manzarasına tepeden bakan apartmanındaki dairelerden birine yerleştirdiler. Dawkins, idmana çıktı, koç tarafından çok beğenildi. O zamana kadar ligde zaten iyi iş yapmış ve final grubu vizesini büyük ölçüde almış olan genç kadro, “Bu adamın gelişiyle acaba ilk üçe girer miyiz?” diye umutlandı.
Dawkins de tıpkı geçen hafta söz ettiğim Abromaitis gibi, İstanbul’daki ilk sabahında ezan sesiyle korkarak uyandı. Pencereden uzansa minareye dokunabilecek yakınlıktaydı ve daha önce hiç duymadığı bu “şarkı”dan sonra, sabah olup onu idmana götürecek menajer gelene kadar gözünü kırpmadı. O günün akşamında yeni dostları, onu Çiçek Pasajı’na götürdü. Hiç bilmediği bir içki söylediler, “Balık yer misin?” diye sordular. O da gelen balığın üstüne dökmek için garsondan ketçap istedi. Yazık oldu canım lüfer ızgaraya!
Paul Dawkins, daha sonra lüfer yemeyi de öğrendi, İstanbul trafiğinde araba kullanmayı da… İlk geldiğinde onu çok şaşırtan şeylere, mesela sezon boyunca oynadıkları maçların yarısını aynı salonda, Spor Sergi’de oynamaya alıştı. İlk önemli maçında Efes Pilsen potasına 40 sayı bıraktı (Dikkat, üçlük yok!). Illinois State Üniversitesi mezunu olduğu için onu Amerika’dan çok iyi tanıyan “Şeytan” Billy Lewis’in bu maçtan önce “İnanamıyorum, Paul Dawkins burada ha” diyerek koridora fırladığı ve onun elini öptüğü söylenir.
Dawkins’li Galatasaray, o sezonu 5. sırada tamamladı. 1984-87 arasında üst üste üç kez final oynayan, iki şampiyonluk kazanan ve sarı-kırmızılı basketbolseverlerin bugün bile hâlâ “Nihat İziç, Turgay Demirel, Michael Scearce, Mehmet Baç, Mehmet Altıoklar, Cihat Levent…” şeklinde ezbere sayabildiği o muhteşem kadronun temel direğiydi Dawkins. Gerçek bir yıldız olmasına karşın, son derece mütevazı bir karakterdi. Bir gün olsun, rakiple dalaştığı, hakeme ya da bir takım arkadaşına bozuk attığı görülmemişti. Kusursuz bir profesyoneldi. Öyle ki, Galatasaray’ın Amerikalı antrenör Jack Avina’yı getirip, tek yabancı hakkını uzun oyunculardan yana kullandığı, Rudy Hackett ve Art Housey’i aldığı 1987-88 ve 1988-89 sezonlarında sadece antrenman yaptı, pek az maçta sahaya çıkabildi. Sözleşmesi gereği parasını alıyor, yönetici Faruk Süren’i bir baba gibi seviyordu. Hiçbir huzursuzluk çıkarmadı. Türk vatandaşlığına kabul edilmişti ve 1989 yılı başlarında Gelişim Spor dergisi için kendisiyle yaptığım röportajda milli takımda oynamak istediğini, ama birilerinin buna engel olduğunu söylemişti. Gerçekten de o günlerde Federasyon Başkanı rahmetli Osman Solakoğlu, “Milli takımı karartmam” diye bugün olsa kendisini çok zor duruma düşürecek bir demeç vermişti medyaya…
Dawkins bir ton sayı atıp, 2 şampiyonluk, 1 de Cumhurbaşkanlığı Kupası hediye ettiği Galatasaray’da son maçlarını, 1989 play-off’unda Ankara’daki turnuvada oynadı. Amerika dışındaki tüm profesyonel kariyerini tek bir ülkede, tek bir formayla geçirmiş ve sonunda eve dönmüştü. Eski arkadaşlarıyla, özellikle de Turgay Demirel’le telefon sohbetlerini bir müddet sürdürdü. Son olarak ağabeyiyle birlikte müzik piyasasına girdiğini ve prodüktörlük yaptığını duymuştuk.
Geldik sürprizli soru-cevap bölümümüze…
Paul Dawkins Türkiye’ye ilk kez ayak bastığında, havaalanında onu karşılayan Galatasaray menajeri kimdi? Nur Gencer.
Menajerle birlikte havaalanına giden ve iyi İngilizce konuştuğu için sonraki günlerde Dawkins’in gönüllü çevirmeni haline gelen takım arkadaşı kimdi? Cem Akdağ.
O yıl büyük sürpriz yapıp sezonu beşinci bitiren takımın koçu kimdi? Koray Mincinozlu.
O takımdaki genç oyunculardan biri kimdi? Ali Türsan.
Yiğiter Uluğ
1 yorum:
bu döneme tanıklık edemeyen genç nesil için harika bi yazı olmuş. birde calvin roberts yazısı gelir mı bundan sonra acaba (:
Yorum Gönder