18 Aralık 2009 Cuma

ilk ve Son Balkan Şampiyonluğu

Dünya Şampiyonası yaklaşıyor… Organizasyonun resmi sitesindeki sayaç, ilk hava atışına bugün itibariyle 252 gün kaldığını söylüyor. Benim çocukluk ve ergenlik yıllarımda Türkiye’de Dünya Şampiyonası düzenlemek, koskoca Amerika’yı bu topraklarda ağırlamak masallara bile konu olamayacak kadar uzak bir düştü.

O zamanlar basında çok sık kullanılan bir kalıp vardı; ne zaman bir yerlerde büyük ve modern bir şeyler hizmete girecek olsa hep o kalıba başvurulurdu. Diyelim, dört başı mamur bir sinema açılmış, hemen adı konur: “Ortadoğu ve Balkanların en büyük sineması”.

Dünyanın taşrasında yaşadığımızı yüzümüze vuran ve ufkumuzun ne kadar dar olduğunu belgeleyen bu kalıpla büyüdük biz… Tabii buna uygun olarak da Balkan Şampiyonaları ile… Futboldan voleybola, atletizmden sutopuna her dalda, gençlerde, ümitlerde, A millilerde hemen her yıl Balkan Şampiyonaları düzenlenirdi. İmkânsızlıklarla içine kapanan, Avrupa Şampiyonalarını, Dünya Kupalarını uzaktan burnunu çekerek izleyen bir millet için, bir nebze olsun nefes alma şansıydı bu organizasyonlar…

O günlerin coğrafi ve siyasi haritalarına göre, Balkan Şampiyonaları’nın altı ülkeyle düzenlenmesi gerekirdi: Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Türkiye, Yugoslavya ve Yunanistan. Ancak çoğu zaman bu ülkelerden biri ya da birkaçı oyunbozanlık yapar, gündemdeki bir siyasi sorunu, finansal sıkıntıları veya kendi liginin fikstürünü bahane ederek katılmaz, turnuvayı topal bırakırdı. Takvimde bu turnuvaların yeri de tartışmalıydı. Basketbolda Balkan Şampiyonalarının genelde Kasım-Aralık aylarında oynandığını hatırlıyorum mesela… Düşünsenize, liginiz ve Avrupa Kupası maçları Ekim başında start almış, birkaç hafta sonra pattt! Ara verip, milli takımı kampa çağırıyor ve ardından, Balkan Şampiyonası’na gidiyorsunuz. Bugünden bakınca, olacak iş gibi görünmüyor.

Neyse, uzatmayalım... 60’lı ve 70’li yıllarda Yugoslavya, adı Avrupa’da her zaman ilk üçte geçen güçlü bir ülkeydi. Bulgaristan da çoğu Avrupa Şampiyonası’nda ilk beşte yer bulurdu. Romanya, Bulgaristan kadar olmasa da, istikrarlı bir çizgiyle çeyrek finaller oynar, hatta bazen beşinciliğe kadar tırmanırdı. Rakiplerinden daha geride olan Yunanistan ve Türkiye, 70’lerde biraz kıpırdanıp, Avrupa Şampiyonalarına katılmaya başladılar. Ama bu iki ülke, ev sahibi değillerse genelde Balkan Şampiyonalarında dördüncülük için kapışırdı. Madalyaların sahipleri belliydi.

Tam 28 yıl önce, 1981’in Aralık ayında Sofya’daki Balkan Şampiyonası’na işte bu koşullar altında gittik. Aydan Siyavuş yönetimindeki kadro, Necati Güler, Erman Kunter, Melih Erçin, Mehmet Döğüşken, Efe Aydan, Behçet Üner, Serdar Koçyiğit, Turhan Koray, Remzi Dilli, Ömer Saybir, Celal Arısan, Şadi Olcay’dan kuruluydu. Aytek Gürkan sakat olduğu için, Emir Turam da Amerika’da okuduğu için Sofya’ya götürülememişti. Haziranda Prag’da yapılan Avrupa Şampiyonası’nı, tek galibiyetle 11. sırada kapatmıştık. Ev sahibi Bulgaristan, daha sonra NBA’de oynayan ilk Avrupalılardan biri olacak genç pivotu Georgi Glouchkov’lu kadrosuyla iddialıydı. Bizi de gözlerine kestirdikleri için, fikstürde ilk rakip olarak seçmişlerdi. Bunu onlara çok ağır ödettik. Neredeyse kusursuz denebilecek bir oyunla, ilk günü 83-69’luk galibiyetle kapattık. O sıralar İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nde doçent olan milli takım eski kaptanı Erdal Poyrazoğlu’nun, bu maçtan sonra Sofya’ya “Şampiyonluğunuzu şimdiden kutluyorum” şeklinde çektiği telgraf, hâlâ bir efsane gibi dilden dile anlatılır.

İkinci gün Romanya engeli zor da olsa geçildi. Yugoslavya, 1980’de Olimpiyat şampiyonu olan Cosiç’li, Dalipagiç’li, Delibasiç’li, Slavniç’li kadrosundan kimseyi Sofya’ya getirmemiş, Ümit-B milli karışımı bir kadroyu geleceğe hazırlamayı tercih etmişti. Onları da rahat yendik. Arnavutluk gelmediği için, turnuvayı tamamlama görevi Bulgaristan B takımına düşmüştü ve her ülke onlarla oynadığı günü aktif dinlenmeyle geçirme şansı buluyordu. Oysa bizim fikstürümüzde dört günde dört zorlu maç vardı. 5 Aralık Cumartesi günü Yunanistan önüne çıktık ve siyah-beyaz TRT ekranları karşısında hepimizi hop oturtup hop kaldıran bir 40 dakika sonunda sahadan 93-80 galip ayrıldık. Poyrazoğlu bilmişti: Türkiye tarihinde ilk kez basketbolda Balkan Şampiyonu’ydu. Hem de kendi evinde oynamadığı bir turnuvada!

Şampiyonluğu getiren Yunanistan maçının son basketi, uzun yıllar TRT’deki “efsane” Spor Stüdyosu programının jeneriğinde yer aldı. O basketin de ilginç bir öyküsü var: Son dakikalara girilip, kazanacağımız belli olunca, rahmetli Siyavuş yedekleri sahaya sürüyor. Tabii o dönemde böyle rotasyon, motasyon yok. Necati, Erman, Melih, Mehmet, Efe’den kurulu klasik beşimiz büyük bir faul problemi olmadığı takdirde 38-40 dakika sahada kalıyor. Günlerdir Siyavuş’un minicik bir parmak işaretini bekleyen genç cengâverler, kapakların kalkmasıyla derin bir “ohhh” diyor ve dalıyor son dakikada sahaya… Tam o sırada paylaşılamayan bir top oluyor ve hakem hava atışına hükmediyor. Bizden, takımın en kısası Behçet ile Yunanistan’ın 2.00 metre boyundaki forveti çıkacak. Behçet artık nasıl bir hırsla sıçramışsa, adamdan dört parmak daha yükseğe fırlıyor, topu Ömer Saybir’e kazandırıyor, o da kendine özgü ters ayaklı turnikelerinden birine giriyor ama heyecandan olsa gerek, kaçırıyor. Biz tam ekran başında “ahhh” çekmeye hazırlanırken, çemberin üzerinde bir el görüyoruz. O el topu kavrayıp, Yunan potasına kelimenin tam anlamıyla “tıkıyor”. Sonra da sıkılı bir zafer yumruğu olarak, sahamıza geri dönüyor. Herkesten daha yükseğe çıkan o el, maça nokta koyan o basket, başarının sembolü olan o yumruk Remzi’ye ait. Ve sırf bu yüzden, her Pazar akşamı Spor Stüdyosu’nun önünde ekranlara geldiği için, yıllarca “Jenerik Remzi” diye anılıyor Remzi Dilli.

1981 Balkan Şampiyonası’na dair sonradan dinleyeceğim öyküler arasında, belleğimde en çok yer edenlerden biri, Amigo Birol’un otostopla Edirne’ye kadar gittikten sonra, “Üzerinde döviz yok” gerekçesiyle Bulgar gümrüğünden geri çevrilmesi ama yılmadan, usanmadan mücadele edip, Yunanistan maçına yetişmesidir. Birol, kapıdan çevrildiğinde turnuvanın yarısı geride kalmış zaten... O gün mesai saati de dolmuş, akşam olmuş. Ağlayarak, sızlayarak Edirne garnizon komutanına ulaşıyor. “Paşam, yarın Yunanistan’ı yenip şampiyon olacağız inşallah. Benim tribünde ay-yıldızlı bayrağı dalgalandırmam gerek” diyor. Adamcağızın gözleri dolu dolu oluyor, cebinden para çıkarıp veriyor ama döviz yok. Öyle bugünkü gibi döviz büfesi falan ne gezer? Ama devir, emirin demiri kestiği devir. Haber veriliyor Ziraat Bankası müdürüne, gece vakti banka açtırılıyor ve Birol’un cebine 50 Alman markı konuluyor. Sonra da kapıda bir TIR çevrilip, dualarla uğurlanıyor milli amigo. Ve Yunanistan maçında elinde bayrağıyla tribünde yerini alıyor.

Çok uzattık, noktayı neşeli bir sahneyle koyalım. Yunan maçı kazanılmış, son gün hiçbir kıymeti harbiyesi olmayan karşılaşmada rakip Bulgaristan B takımı. Madalya töreni ondan sonra. Bizimkiler, meşhur Vitosha Oteli’ndeki odalarında kendi çaplarında parti yapıyorlar. Necati Güler ile Remzi Dilli’nin odalarında şöyle bir sahne var: Bizim iki oyuncumuza ilaveten Romen takımından Uglai ve Kapusan, o turnuvada Yunan takımının en genç oyuncusu olan Fassoulas (bugün Pire Belediye Başkanı) ve bizim Kırcaali’li vatandaşlardan Ali, ellerinde ucuz Bulgar şaraplarıyla odanın ortasında şarkı söyleyip dans ediyor. Malum, Balkan havaları ortak, notaları herkes biliyor, sözleri de kendi dilinde uyduruyor. Ortada madalya ve kupa yok ama bu kutlama, bütün törenlerden daha sıcak, daha samimi.

O yıldan sonra Türkiye, Balkan Şampiyonalarında ikincilikten ileri gidemedi. Bildiğim kadarıyla A milli takımlar düzeyindeki son Balkan Basketbol Şampiyonası, 1990 Kasımında Üsküp’te yapıldı. Sonra Yugoslavya dağıldı, kan gövdeyi götürdü, sınırlar değişti… Slovenya ve Hırvatistan “Biz Balkanlı değiliz” dedi. Yoğunlaşan uluslararası takvimde yer bulmak da imkansızdı; Balkan Şampiyonaları tarih oldu.

0 yorum: