25 Aralık 2009 Cuma

Bir Bahar Akşamı Rastladım Size

Mayıs, İstanbul’un en güzel ayıdır. Nisan sonlarında Boğaz’ı sarmaya başlayan erguvanların, o tarifi imkânsız rengiyle şenlenir ortalık… Güneşin, insanın içini ısıtan ışınlarında her yer, özellikle de deniz bir başka parlaklıkta görünür. Kravatını sıyırmış, eteğini biraz yukarı çekiştirip dizinin üzerine çıkarmış gürültücü lise öğrencilerinin sokakları tatlı bir haylazlıkla arşınlaması, taşkınlıkları, el şakaları bile batmaz kimseye. Köşebaşlarını kapmış çiçekçilerden, gelen-geçenin aklını başından alan kokular yükselir. Hele ki gençseniz, kulağınıza çalınan her şarkıda size uyan mısraların hızla arttığını fark edersiniz. Aşık olmanız an meselesidir…

1981 Mayısıydı. Ben de aşık oldum. Yoo, bir kıza değil, basketbola!

Uzun süredir aramızda “seviyeli” bir birliktelik vardı zaten… Her gün görüşmeden edemiyor ama soranlara “arkadaşız” diyorduk. O bahar, ateş bacayı sardı.

Üniversite birinci sınıf öğrencisiydim ve İTÜ genç takımında oynuyordum. Bugünlerde çokça konuşulan Kemal Burkay’ın o meşhur şiirindeki gibi “Şehre bir film geldi, bir güzel orman oldu ve iklim değişip, Akdeniz oldu” aniden. Emektar Spor Sergimiz (daha sonraki kuşaklar onu Lütfi Kırdar olarak tanıdı) Avrupa Basketbol Şampiyonası Çalenç Turu elemelerine ev sahipliği yapıyordu. Ayıptır söylemesi, medyanın aynen bir üst cümlede kullandığım gibi yazıp, telaffuz ettiği bu Çalenç’i, ben Yugoslav topraklarında doğup büyümüş bir eski yıldız zannediyordum -Koraç gibi. Meğer “Challenge”ın Türkçeye tam çevrilemeden apartılmış haliymiş (challenge: meydan okuma, karşı çıkma).

Statü şöyle: İzmir ve İstanbul gruplarında 6’şardan toplam 12 takım var. İlk beş günün sonunda gruplarında ilk üç sırayı alanlar, yine İstanbul’da toplanıyor, birbirleriyle çapraz oynuyor (yani diğer gruptan gelenlerle üç maç daha), ortaya çıkan puan cetvelinde ilk dört sırayı alanlar, Avrupa Şampiyonası’na gitme hakkına ulaşıyor. Milli takımımızın yer aldığı İstanbul grubunda rakiplerimiz Belçika, Finlandiya, İngiltere, Macaristan, Yunanistan. Diğer grupta, İzmir’de Almanya, Bulgaristan, Hollanda, İsveç, Portekiz, Romanya kapışıyor.

İlk gün Erman Kunter’in hücumda, Melih Erçin’in savunmada yıldızlaştığı maçta Belçika’yı 1 sayıyla yenmeyi başarıyoruz. İkinci gün rakip İngiltere. Erman pek oynamıyor. Oyuna giriyor da, bildiğimiz Erman gibi değil. Biz bunu “Koç Önder Seden’le arasında problem var” şeklinde yorumluyoruz. Zaten Doğan Hakyemez de son derece formsuz ve kenarda oturduğu dakikalarda yüzünden düşen bin parça… Atıcı pozisyonunda sadece Melih Erçin’e kalıyor ve atletik zenci guardlarıyla hızlı oynayan İngiltere’ye direnemiyoruz. İlk yarı 19 sayı gerideyiz, ikinci yarı seyirci-meyirci derken fark kapanıyor ama 4 sayıyla kaybediyoruz.

Grubun favorisi Yunanistan, Galis, Yannakis, Koroneos gibi kısalarıyla o zaman üçlük olnadığı halde muazzam dış şutlarla skor üreterek yoluna devam ediyor. Bizse iki maçtan zar zor bir galibiyet çıkarmışız. Gazeteler, takımda havanın pek iyi olmadığını, başta Efe ve Erman olmak üzere, bazı oyuncuların koç olarak aslında Aydan Siyavuş’u istediğini yazıyor (gerçeğin böyle olmadığını, dizi sakat olan Erman’ın, kortizon iğneleriyle zorla oynatıldığını yıllar sonra öğrendim).

İşler beklediğimiz gibi gitmese de, Spor Sergi her gün tıklım tıklım. Bilet kuyrukları Hilton’un, hatta Radyoevi’nin önlerine kadar uzanıyor. Kader maçı diyebileceğimiz Finlandiya randevusunda ilk yarıda yine dökülüyoruz. Rakip, Saareleinen ve Sarkalahti ile oyunu çekip çeviriyor. Takım soyunma odasına 13 sayı geride giderken tribünlerden ilk kez uğultular yükseliyor. Ama ikinci yarıda sahada öyle bir mücadele var ki, kimse yerine bile oturamıyor. “Teknik tribünü” tabir edilen yerdeyim ve koskoca bir ikinci yarıyı ayakta izlediğimi hatırlıyorum. Aytek Gürkan kapılan topları insanüstü bir hızla rakip sahaya taşıyor, Efe Aydan atıyor da atıyor… Bitime 3 saniye kala hâlâ 2 sayı gerideyiz ve rahmetli Cevat Soydaş, bizim bench’in hemen önünden topu oyuna sokuyor. Rakibin baskısından kurtulmak için iyice yüksek posta çıkmış, hatta biraz da yan çizgiye yaklaşmış, yani bugünkü üçlük mesafesine gelmiş Efe’ye verdi. Efe sağ omzunun üzerinden döndü, attı ve… topun fileden geçtiğini hayal meyal görebildim. O an artık ne olmuşsa, kendimi üç-beş sıra aşağıda yerlerde buldum. Uzatma başladığında ben de çoğu insan gibi üstümü başımı silkelemekle meşguldüm.

O gün Türk seyircisi, kendi kendine bir şey icat etti. Bütün bir uzatma devresi, “Dağ Başını Duman Almış…” eşliğinde oynandı. O şartlarda kaybetmek olanaksızdı artık. Efe’nin 31 sayısıyla kazandık. Maç sonrası, 3-4 bin kişilik dev bir koronun içinde, Harbiye’den Taksim’e kadar Gençlik Marşı’nı söyleyerek yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Elmadağ’da pencerelerden başını uzatmış teyzeler, caddeden geçenleri alkışlıyordu. Bu kadar coşkulu bir basketbol atmosferini tekrar yaşayabilmek için 2001’deki Hırvatistan ve Almanya maçlarına kadar 20 yıl beklememiz gerekti.

Ertesi gün, o havayla Macar maçını da 1 sayıyla alıyor ve gruptan çıkmayı garantiliyoruz. Son rakip Yunanistan ama kısıtlı kadromuzda onlarla boğuşacak derman kalmamış. Bir de skorbord bozulunca , seyirci bir türlü oyuna giremiyor. Düşünün, maçın kaç kaç olduğunu ve kaç dakika kaldığını bir tek masadakiler ve kenar yönetimler biliyor. Sonlarda üç sayı gerideyiz, bir basket bulunca seviniyoruz ama aynı anda Yunanlılar da havalara zıplayınca, maçın bitmiş olduğunu anlıyoruz: 84-85.

Bir günlük dinlenmeden sonra İzmir’den gelen üç rakiple oynayacağız: Almanya, Hollanda ve İsveç… En az ikisini yenmek şart. Karışık averaj hesapları olursa, o bile yetmeyebilir.

Almanya önünde Erman yine sahada. İğnelerini olmuş, dinlenmiş ve kendini zorlayarak bir şeyler yapmaya çalışıyor. Rakip çok uzun olduğu için, alışkanlıklarımızın dışına çıkıyor ve Emir, Mehmet, Efe’yi aynı beşte oynatarak fizik dezavantajı ortadan kaldırmaya uğraşıyoruz. Bu durum, tempomuzu aşağı çekiyor. Kızıl sakallı Pappert ve buz gibi oynayan Sowa ile Almanlar hep önde gidiyor. Son saniyeler yine kalp spazmı geçirtecek cinsten… Bitime 1 saniye kala 2 farkla gerideyiz ve Erman 2 serbest atış kullanıyor. İlkinde top elinden çıktığı anda pota dibinde bir flaş patlıyor. Ortalık karışıyor. Oraya giren bir Alman foto muhabiri, patlattığı flaşla “kendince” atışın kaçmasını sağlıyor. Pota arkasındaki tribünden beline kadar sarkan Ali Kazaz abimiz, elindeki deri ceketle “bozguncu” Almanı dövmeye çalışıyor ama neye yarar? 1 sayıyla kaybediyoruz. Sırf bu maça girebileyim diye, öğlenden okulu kırmış, botanik laboratuarından telafiye girmeyi göze almışım. Bunları hatırlayınca, dönüş yolunda mağlubiyet daha kötü koyuyor.

Hollanda ve İsveç maçları rüya gibi… O günlerde Avrupa’nın hatırı sayılır şutörleri arasında gösterilen Akerboom’un Hollanda’sını 82-78’le, bir yıl önce Moskova Olimpiyat Oyunları’na katılmış ve onuncu olmuş İsveç’i 69-55’le geçiyoruz. Mağlup olduğumuz üç takımın ardından dördüncü sırayı kaparak Avrupa Şampiyonası vizesini alıyoruz.

Devir 12 Eylül devri… Yanlış hatırlamıyorsam, gece 12’den sonra sokağa çıkma yasağı bile devam ediyor. Ama o akşam Taksim Meydanı’nda ve parkta çılgın bir eğlence var. Çoktandır slogan atamamış, gönlünce bağırıp çağıramamış, okul bahçesinde üçü-beşi bir araya gelse hemen “Dağılın lan!” diye kibarca uyarılmış gençlik eğleniyor ve o sıra her şeye hot zot eden asker-polis sesini çıkarmıyor.

Dedim ya, Mayıs İstanbul’un en güzel ayıdır ve tam da aşık olmanın zamanıdır. Ben o turnuvayla aşık oldum basketbola ve hayatım boyunca ondan uzak kalamayacağımı, bu güzel oyunun öyle ya da böyle, bir biçimde ruhumun vazgeçilmez parçalarından biri olacağını anladım.

Meraklısı için notlar:

Türk Milli Takımı, o turnuvayı Necati Güler, Aytek Gürkan, Doğan Hakyemez, Erman Kunter, Melih Erçin, Cevat Soydaş, Serdar Koçyiğit, Efe Aydan, Mehmet Döğüşken, Emir Turam, Celal Arısan, Şadi Olcay kadrosuyla oynadı. Koç Önder Seden, yardımcısı Atakan Karakaplan’dı.

Çalenç Turu’nda vizeyi aldıktan iki hafta sonra Çekoslavakya’daki Avrupa Şampiyonası finallerine gittik ve oynadığımız 8 maçtan sadece birini (İngiltere) kazanarak 11.likle yurda döndük. Finalde Yugoslavya’yı farklı yenen Sovyetler Birliği Valters’li, Eremin’li, Myshkin’li, Lopatov’lu, Tkatchenko’lu, Khomicius’lu kadrosuyla şampiyon oldu.

1981 Avrupa Şampiyonası’ndan sonra tam 12 yıl boyunca bir daha finallerin yüzünü göremedik. 1993 Avrupa Şampiyonası’na Orhun, Harun, Tamer, Ömer, Levent, Volkan’lı kadromuzla katılarak 9. sırayı İtalya ile paylaştık.

Yiğiter Uluğ

0 yorum: