Bu Pazar derbi var. Basketbolumuzun temel taşlarından ikisi, Fenerbahçe ile Galatasaray, kim bilir kaçıncı kez karşı karşıya gelecekler (Yeri gelmişken: Futbolda her türlü istatistik tutuluyor ama gerçek bir istatistik sporu olan basketbolda iki köklü takımın daha önce kaç kez oynadığını, hangi maçların resmi, hangi maçların özel olduğunu, kimin kaç galibiyeti olduğunu bir türlü sağlıklı biçimde öğrenemiyoruz. Yazık).
Pazar akşamı iki “büyük”, üst sıraları ilgilendiren, belki de sonucu play-off’u etkileyecek bir maç için sahada olacak. Oysa benim gençliğimde durum böyle değildi. 70’li yılların sonlarında Fenerbahçe ile Galatasaray genellikle küme düşmemek için oynarlardı. Hatta bir keresinde ikisi beraber düşmüşlerdi! Şaşırdınız, değil mi? Mazhar Alanson’un Hokkabaz filmindeki o benzersiz tonlamasıyla söylersek, “Evet, acı ama gerçek”.
1978-79 sezonu bittiğinde puan cetvelinin son iki sırasında Fenerbahçe ve Galatasaray vardı. Ancak Galatasaray, Taçspor’un yabancı oyuncusu Jenkins’in lisansındaki usulsüzlük (bu konuyu da haftaya anlatırım) gerekçesiyle federasyona yaptığı başvurulardan sonuç alamayınca, olayı mahkemelere, hatta Danıştay’a kadar götürmüştü. Danıştay’dan “Taçspor küme düşürülmeli” kararı çıkınca, işler arapsaçına döndü. Zaten basından ve bazı milletvekillerinden “Koskoca Fenerbahçe ile Galatasaray nasıl düşer?” şeklinde baskı yiyen federasyona, düşmeyi kaldırmak ve o sıralar 12 takımlı olan ligi 14 takıma çıkarmaktan başka çare kalmamıştı. O sezon yabancı transferinde yaşanan rezillikler had safhaya ulaşınca, küme düşmenin kaldırılmasıyla birlikte yabancı oyuncuların da tamamen yasaklanmasına karar verildi. Klasik Türk yaklaşımı yani: “Sorun varsa çözülmez, yok edilir”.
Yabancı skandalları içinde en çok konuşulanlardan biri, Galatasaray-Fenerbahçe derbisi öncesinde Galatasaray’ın sözleşme imzalamak için İstanbul’a getirdiği Yugoslav oyuncu Popoviç’i, Fenerbahçe’nin kaçırıp, pat diye lisans çıkartmasıydı. Gazetede, Fenerli yapıldıktan sonra, bir daha kaçırılmasın diye idarecilerden birine kelepçeli olarak sokaklarda gezen Popoviç’in fotoğrafını görmüştüm de, aklım çıkmıştı.
Bunların hepsi, derbinin ortak belleğine kazınmış, unutulmaz kareler… “En müthiş maç hangisiydi?” diye soracak olursanız, Galatasaraylıların çoğu, Ankara’daki o inanılması güç Cumhurbaşkanlığı Kupası finalini söyleyecektir. Hani Efe’li, Calvin Roberts’lı, Hakan Artış’lı, Aliço’lu Fenerbahçe’nin, ilk yarıyı 17 sayı farkla galip kapadıktan sonra kupayı Dawkins’li, Scearce’lü, Turgay Demirel’li, Nihat İziç’li Galatasaray’a kaptırdığı 1985 finali… O karşılaşma televizyondan naklen yayınlandığı için, bugünün orta yaşlıları tarafından çok daha net hatırlanıyor. Ama bir de daha sisli-puslu dönemlere ait, hani yazının başında sözünü ettiğim, iki büyüğün düşmemek için neredeyse birbirinin gözünü oyduğu günlerden bir maç var…
Yer: Altunizade Burhan Felek Spor Salonu. Tarih: 16 Aralık 1979.
Ligde 6. hafta geride kalmış ve iki takımın da sadece birer galibiyeti bulunuyor. Bir hafta önce Erman’lı Beşiktaş’tan 30 sayı fark yemiş olan Fenerbahçe’de hafta boyu sert rüzgarlar esiyor, antrenör Mehmet Baturalp’in istifası isteniyor. Bu şartlarda çıkıyorlar sahaya. Her ne hikmetse, Spor Sergi yine kapalı. Ya bir fuar var ya da emektar salon tadilatta. Koskoca derbi bu yüzden en fazla 1000-1500 kişi alabilen Burhan Felek’te… Binlerce basketbolsever, o yağmurlu günde kapıda bekleşiyor, sonra da kös kös eve dönmek zorunda kalıyor. Oyunun genelinde Koray Mincinozlu yönetimindeki Galatasaray’ın üstünlüğü var. Sarı-kırmızılı takım, son saniyelere 3 sayılık farkla önde giriyor. Son hücum Fenerbahçe’nin ama o zamanlar üçlük yok. Bitime 1 saniye kala Ömer’e faul yapılıyor. İkisini de atarsa fark bire inecek. Bir atıp, bir kaçırırsa, ribaunttu, tipti derken beraberlik şansı doğabilir. Ömer kenara bakıyor, ne yapayım diye… Batur abi, “İkisini de at” diyor. O da koçun dediğini yapıyor. Bitime 1 saniye kala skor 66-65 Galatasaray lehine. Takımın pivotu Yıldıray, topu çizgiden oyuna sokacak. Guardlardan birine verdiği anda bitiş düdüğü çalacak büyük ihtimalle. Ama Yıldıray, “tehlike bizim potadan uzaklaşsın” mantığıyla ve kolunda kalmış bütün güçle topu rakip sahaya doğru fırlatıyor. O sırada kendi faul çizgisi civarında bekleyen bugünün Kepez menajeri, o günün genç Fenerbahçelisi Forti Murat, havada büyük bir hızla kendine doğru gelmekte olan topu görünce müthiş bir oyun zekasıyla kenara çekiliyor. Top kimseye değmeden sahanın diğer ucundan dışarı çıkıyor, saat işlememiş oluyor ve 1 saniye kala Fenerbahçe bir hücum hakkı daha buluyor. Hem de Galatasaray sahasından! (O zamanlar sayı dışında topu dip çizgiden oyuna sokmak da yok. Fener oyuna kenardan, muhtemelen faul çizgisi hizasında bir yerden başlıyor yani). Çıkarıyorlar, Engin Domaniç alır almaz atıyor ve basket! Fenerliler sevinçten çılgına dönerken, Galatasaraylılar “N’aptın abi sen?” diyen gözlerle Yıldıray’a bakıyor.
Benim tanık olmadığım ama bu hikâyeye eklemeden edemeyeceğim bir olay daha var. Faruk abiden (Akagün) dinlemiştim…
Bu acayip maçın üzerinden 4-5 sene geçiyor. Faruk Akagün ve Yıldıray, bir gün Taksim’den beraberce Bostancı dolmuşuna biniyorlar. O zamanlar o hatta unutulmaz Amerikan station’lar çalışıyor ve boyu 2 metrenin üzerinde olan Yıldıray, rahat edebilmek için tek başına öne, şoförün yanına oturuyor. Faruk abi de arka koltukta. Yol uzun, trafik sıkışık, muhabbet lazım. Şoför, Yıldıray’a, “Abi, boyunuz da maşallah… Basket oynadınız mı?” diye soruyor. “Evet”diyor, hafifçe kabararak bizimki… Sonra şoför bir açılıyor, nasıl sıkı Galatasaraylı olduğunu, bir zamanlar hiçbir maçı kaçırmadığını, arkadaşlarıyla beraber sabah erkenden Spor Sergi’nin yolunu tuttuklarını falan anlatıyor. Aniden durup, “Ama bir gün öyle bir maç kaybettik ki, bir daha baskete gitmemeye yemin ettim abi” diyor. “Hangi maç?” diye soruyorlar…
“Hani Burhan Felek’te bir Fener maçı vardı abi… Son saniye, 1 sayı öndeydik ve top bizdeydi. Bizim salaklardan biri topu kaldırdı, öbür sahaya fırlattı. Saatin işlemeyeceğini bilmiyormuş hayvan herif! Sonra Fener geldi, son saniyede attı ve kaybettik abi! Ben o gün bugündür televizyonda bile basket maçı seyretmiyorum. Tövbe ettim”.
Yıldıray ön koltukta ezilir büzülür. O koskoca pivot, dolmuştan inene kadar guard oynayacak boyutlara gelir. Herhalde hayatının en uzun Taksim-Bostancı yolculuğunu yapar ve “Birader, o son topu fırlatan salak bendim” diyemez.
O sezonu Galatasaray 10, Fenerbahçe 11. sırada tamamlar.
Yiğiter Uluğ
1 yorum:
Galatasaray bunu hep yapıyor..
Yorum Gönder