6 Kasım 2009 Cuma

Final Four'un Öğrencileri


Mayıs 1992’de Fast Break dergisinin hemen başlarında yer alan “Hava Atışı” köşesini “Yayın Koordinatörü” sıfatıyla ben yazmışım. Ve “Tarih kaybedenleri yazmaz…” cümlesiyle girmişim yazıya. Yıllar sonra “İstanbul’daki Final Four” dendiğinde, herkesin Partizan’ı ve Djordjeviç’in son saniye üçlüğünü hatırlayıp konuşacağını, bütün maç çok iyi oynadığı ve kupayı en az rakibi kadar hak ettiği halde, Badalona’nın ve onun genç yeteneği Tomas Jofresa’nın pek akla gelmeyeceğini öne sürmüşüm. Ve kendimce o turnuvanın unutulması en güç yıldızlarına, Estudiantes’in olağanüstü taraftarlarına saygı duruşunda bulunmuşum.

Şimdilerde bu köşede iyi-kötü “tarih” yazdığımıza ve kimse de keyfimizin kâhyası olmadığına göre, kaybedenlere birkaç satır ayırmanın zamanıdır.

İstanbul’da oynanan Final Four’a kadar, Estudiantes İspanya dışında Avrupa’nın hiçbir ülkesinde tanınmayan kendi halinde, mütevazı bir Madrid kulübüydü. Ramiro Lisesi’nden mezun olanlar tarafından kurulmuştu, adı da “Öğrenciler” demekti zaten…

O yıl Final Four’a olağanüstü bir sürprizle, Maccabi’yi eleyerek geldiler. Bir önceki yıl Real Madrid’in yaşlanmış kadrosunu dağıtarak, karıştırıp dipten çekme usülüyle yeniden kurmasını fırsat bilmiş, Barcelona ile Badalona’nın peşine takılmış ve Avrupa’nın en büyük kupasında İspanya’yı temsil etme hakkını kapmışlardı. Kimler vardı o kadroda?

Alberto Herreros: Estudiantes’in altyapısından yetişmişti ve henüz 23 yaşındaydı. O sezon maç başına 20 sayıya yaklaşan ortalamasıyla takımın en skorer ismiydi. Sonraki yıllarda Real Madrid ve İspanya milli formalarıyla sayısız maçını izledik. İspanya Ligi ACB’nin gelmiş geçmiş en çok sayı atan oyuncular listesinde bugün hâlâ 1 numara.

Rickie Winslow: “İspanya’nın Jordan’ı” olarak tanınıyordu. 30’lu yaşlarından sonra Türkiye’ye de geldi biliyorsunuz, Telekom’a… Sezon boyu pek çok maçın kazanılmasında başrolü oynamıştı ama İstanbul’da hayal kırıklığı yarattı.

Juan Antonio Orenga: Her zaman sağlam, mücadeleci ve atletik özelliklerinden çok aklıyla oynayan bir uzundu. Şimdi de İspanya’nın altyapı milli takımlarında koçluk yapıyor.

Alfonso Reyes: O zamanlar henüz 21’indeydi ve çok az dakika buluyordu. Ama ilerleyen yıllarda, 2.00 metre boyunda olup da, pota altında nasıl oynanır, cümle âleme gösterdi. Ondan sadece 6 santim uzun olan kardeşi Felipe, aile geleneğini sürdürüyor.

Nacho Azofra: Herreros’un yaveri. Onun screen’lerden ne zaman çıkacağını, nerede hangi topu isteyeceğini bilen ve servisi hiç aksatmayan adam. Abdi İpekçi parkelerine çıktığında o da 23 yaşındaydı. Milli takıma kadar uzanan uzun bir kariyeri oldu.

Pepu Hernandez: Takımı Final Four’a getiren koç Martin’in yardımcısıydı. İki yıl sonra direksiyona geçti. Tam 11 yıl Estudiantes’i çalıştırdı. Ama asıl önemlisi, 2006’da İspanya’yı tarihte ilk kez dünya şampiyonu yapan koç olarak tanındı.

Görüldüğü gibi, çoğu genç ve bu seviyeye ilk kez yükselmiş isimler. Haliyle Final Four biraz ağır geldi Estudiantes’e. İki maçı da farklı kaybettiler: İlk gün Badalona’ya 91-69 mağlup oldular, ardından üçüncülük maçında Philips Milano’ya 99-81…

Final Four organizasyonu sırasında NBA, İstanbul’da ilk kez bir “coaching clinic” düzenlemişti (Geçen hafta beni “konfirme” etmeyen arkadaş, buna da kızar şimdi). Hubie Brown, Jack Ramsay, Calvin Murphy ve Bill Walton gibi ünlü isimlerin ders verdiği kliniği organize etmek, NBA lisanslı ürünlerinin Türkiye’de satışı için anlaşma imzalamak ve Avrupa basketboluyla ilişkileri güçlendirmek için başta David Stern olmak üzere NBA üst yönetiminin çoğu buradaydı. Kim Bohuny, Mike Bantom (ki kendileri 1972’de olimpiyat finalini Sovyetler’e kaybeden ABD milli takımının bir üyesi olur ve bunun hatırlatılmasından hiç hoşlanmaz), Josh Rosenfeld gibi profesyonelleri tanımak, onlarla birlikte çalışmak, organizasyona omuz vermek, benim için müthiş bir tecrübeydi. Gündüzleri klinikte (emektar Spor Sergi’mizin gördüğü son basketbol faaliyeti bu oldu) Kim Bohuny’nin yardımına koşuyor, akşamları da Abdi İpekçi’nin yolunu tutuyordum. Maçlarda, Murat Murathanoğlu ile birlikte hakem masasının hemen yanında oturuyorduk. O iki dilde anonsları yapıyordu, ben de odun kesicinin hınk deyicisi rolünde oynuyordum. O koşuşturmada, aradaki güne bir David Stern söyleşisi sıkıştırabildiğim için dünyanın en mutlu gazetecisi de ben oldum herhalde… Fast Break’in o sayısı ve Philips’li Ricardo Pittis’e kapağını imzalattığım bir önceki sayısı, kitaplığımın en değerli parçalarıdır hâlâ… Neyse, uzatmayayım…

Maçlar oynanırken, Estudiantes tribünlerine kaç kere dalıp gittiğimi hatırlamıyorum. Bazen Murat, “Faulü 6 numara yaptı, dimi?” gibisinden bir soruyla beni kendime getiriyordu. Fakat o renk cümbüşünden, o çok sesli korodan, o muazzam karnavaldan gözlerimi alabilmeme imkan yoktu. Takımları oyunun içindeyken, destek olabilmek için hançerelerini yırtıyor, maç kopup gittikten sonra da en küçük bir hüzün belirtisi göstermeden, bandoyla, mızıkayla tribünleri diskoya çeviriyorlardı.



Badalona’ya kaybettikleri yarı finalin ardından rakip basketbolcuları önlerine çağırıp dakikalarca alkışladılar. O arada Estudiantes oyuncuları soyunma odasına gitmişti. Şefkatli alkışlarını onlardan da esirgemediler tabii… Uzun uzun tezahürat yaptılar. Kimi oyuncu belden yukarısı çıplak, kimi ayağında çoraplarla yeniden sahaya döndü. Onlara sarılanlar, ağlayanlar, bugün bile anımsadıkça gözlerimi dolduran sahneler…

Gerçek taraftarlığın nasıl bir şey olduğunu, “Yenilsen de yensen de…”nin içinin nasıl doldurulduğunu ben ilk kez orada gördüm.

TRT-3, Basketbol Nostalji köşesinde İstanbul’daki unutulmaz finali sık sık ekranlara getiriyor. Tomas Jofresa’nın basketiyle bitime 9 saniye kala bayram eden Badalona’nın Djordjeviç’in üçlüğüyle kursakta kalan sevincini görüyor ve basketbol tarihinden önemli bir sayfanın nasıl yazıldığına tanık oluyorsunuz. Ancak bu anlattıklarımı görmenize imkan yok. Hatta, Partizan’a şampiyonluk yolunu açan maçta, yarı finalde Mike D’Antoni yönetimindeki Philips Milano’nun, Yunan hakem Costas Rigas tarafından nasıl ince ince doğrandığını da kimse hatırlamıyor bugün (Rigas şimdi ne iş yapıyor dersiniz?)

Final Four’dan arta kalanları bir başka hafta anlatırım. Fakat aklıma takılan bir soru var, onu sormadan bitmesin bu yazı: 92’de Avrupa basketbolunda hiçbir yerimiz yokken, Efes Pilsen’in önayak olmasıyla aldığımız ve başarıyla yaptığımız Final Four’dan sonra, bu büyük organizasyona neden bir daha hiç aday olmadık?

Yiğiter Uluğ


0 yorum: